Hapishane Risâlesi -1-
Hapishaneye düştüğünü anlattığın teessür dolu mektubunu okudum. Demek ki artık kelimelerinde hüzün olacak, hapishane gurbetini ve efkârını anlatan nâmeler gelecek, fikir cenklerinden dosthânesine çekilmiş olan fakir emekliliğin âsûde zamanlarını yaşayamayacak. Çünkü, Fazlı dost kader kurbanı olmuş, demir kapılar ardında imtihan olmaya gitmiş, sabır ve tahammül tedrisinden geçmek üzere hapishaneye girmiş. Fesüphanallah!
Zaten keyiften, emeklilikten bir muradım yoktu. Âhir ömrümde yine dost nâmına yüreğim hapishane türkülerinin nağmeleriyle sızlayacak. Her yer dost, her yer hasret diye figan edeceğim. Sulh ve selâmet ehli olmaya vesile olacak hapishane tâliminden mülhem hapisnâmeleri zayıflamış kalbimle okuyacağım.
Çok hapis gördüm. Nice hapislerin derdiyle derdmend oldum da yıkılmadım. Amma ki, senin hapisliğin yüreğimi yaktı. Bunu da savuşturur muyum bilmem? Daha çok hapis eskitirim. Bu da gelir bu da geçer dost!
GENCECİKKEN HAPİS DONLARI GİYECEK NE VARDI?
Daha gencecikken hapis donları giyecek ne vardı? Derdin neydi bre dost? Dışarıdan mı sıkıldın? Akacak kan yerinde durmadı da aktı mı? Yoksa kanı akıtmaya sen mi acele ettin? Yusufiye ehlinin anlatıldığı sohbetlerden aşka gelip gözüne mi göründü hapishane?
Kan dâvasını halletmiş bir ham ervah gibi değil de, ulvî meziyetlerle donanmış fâzıl bir kişi olarak yatıp çıkmalısın zindandan. Seni, hapishaneye düşüren bu hadise, mâna âleminden kâm almış bir “Medrese-i Yusufiye” ehli yapacaktır. Hapishaneye ham olarak girip kâmil bir insan olarak çıkanlar da var, fikrî ve siyasî bir dâvadan girip pespayeleşenler de... İnşallah sen birinci misâldeki gibi olacaksın. Çünkü fikir ve gönül tâlimi yapan bir talibsin. Bütün dostlar, seni kader-i ilâhînin yazdığı hâdiseden dolayı Yusufiyeli olarak yâd ediyorlar.
Fakiri pek üzen mektubundaki vukûatlı ve sitemkâr ifadeler, kendine gelemediğini, eşref hâlini kaybettiğini gösteriyor: “Ben kötü oldum. İçki içmeye de başlamıştım. Haberiniz var mıydı? Yoksa olsun. Çıkınca devam edeceğim; yine içeceğim, artık içeceğim!”
Bu ne menem bir ifade böyle pervasız dost! Bu câhiliye ve haram âdete nefs-i emmârenin tazyiki ve başındaki “belâ”nın kasvetiyle bulaştığın muhakkak. Demek ki öç alma gayzını alkolle çoğalttın. Sahte ve haram bir teselli bu. Oysa başındaki gaileden hiddete düştüğünde, Bir Hocam’a açılsaydın, belki de bu kötü alışkanlıkla tanışmadan felaha çıkar, içine düştüğün “belâ”ya sâlih bir amel ve zihinle hâkim olurdun.
Fikir ve gönül tâlimi yapan, bezm-i eleste Rabbine “evet” diyen, Hz. Peygamberimize ümmet olan bir insan “yine içeceğim” ifadesini Müslüman diliyle söyleyemez. Bu sözler, karanlık bir sekerat hâlinde çıkmıştır dilinden. Aslın değildir bu cürmü işleyen, “içine girmiş olan köpek nefsindir”, yani nefs-i emmarendir. İşlediği bir günahtan dolayı diye yıllarca ağlayan dervişin nedametini durmadan tâlim etmelisin.
İmanın bu haram, bu murdar cümleyi bir daha kullanmana müsaade etmez. Müslüman oluşun bu cürme mânidir. Müşrik ve Frenk ahlâkını kovmak için mücadele eden dostlarının yüzüne nasıl bakacaksın? Kula, cüz’i iradesini kavî tutmak düşer. Olmuş bir kere; kendi nâmıma seni affettim. Birçok insanımız haram içkilere müptelâ olmuş, fakat tövbe ederek mü’min vasfını yeniden kazanmıştır.
KAN DÖKMEYE MEYİLLİ OLMAK CAHİLİYEDENDİR
Çârelerin en sonunda olması gerekirken, kavmî, dinî, ideolojik ve kan dâvası gibi sebepleri bayraklaştırarak “öldürmek” fiilini ilk başvurulan bir metod olarak gören bir ifaden var ki, çok üzüldüm: “Sonra kan da döktüm. İcap eden mefhumlar için, Allah vermesin, verirse binlerce defa daha dökeceğim.”
“Kan” üstüne vurgu yapmak sağlıklı bir ruhun tezahürü olmasa gerek. Ortada bir Kerbelâ Savaşı mı var? Sürekli kandan rüya ve kâbuslar görecek bir devranı mı yaşıyoruz? Böyle bir devranı yaşamıyoruz. Bu sözler ham bir hamâsetin dışa taşmasıdır. Kelleleri düşürülecek, kanı akıtılacak şenî insanlar göremiyorum etrafında. Sakin olalım dost, İslâm bunu emrediyor.
Sana yakışmayan problemli bir ifade daha var ki, üstüme alındım. İşte fakiri yıkan ifade: “Kendime gelmek mi, inat damarım tuttu. Kendime de, başka yere de, hiçbir mekâna da gelmeyeceğim şimdilik.”
Kendine, yâni Müslüman kimliğine, Bir Hocam’ın Mekteb-i İrfan’ının müdâvimliğine, Anadolu’nun bin yıllık türkülerini çağıran ve Yemen Türküsü dostu olan Fazlı olmaya dönmeyeceksin de, Batı’ya giden Doğu’nun altı oğlu gibi diyâr-ı küffara mı gideceksin? Karanlık gurbetlerin ve gamların tuzaklarına mı düşeceksin?
Mümin kişi, dinî sebepten, şeref ve haysiyetten kaynaklanmayan harc-ı âlem bir inatlığın peşinden gitmez. İnatlık, insan-ı kâmilin vasıflarından değildir. Dimağında bu kelimenin yeri olmamalıydı. “İnat damarında” ısrar etmek câhiliyeden kalma, selim akılla muhasebe yapmayı beceremeyen toplulukların, yâni medenî olmayan bedevî beşerin huylarındandır. Said Nursî Hz.leri: “İnadın gözü, meleği şeytan görür” diyor.
YUSUFİYE EHLİ OLMAK, DİLİNE SAHİP OLMAKTIR
Şimdi en vukûatlı, şirazesinden çıkmış yaralayıcı bir ifadeni aktarıyorum. Bakalım kulaklarını mı tıkayacaksın? Yüreğine perde mi çekeceksin? Kutuplara yahut “kehkeşanlara mı” kaçacaksın? Bu ham ifadenin gönül dilinden, türküler söyleyen dilinden çıktığına inanmıyorum: “Oturmasın artık yerine bende her şekil. Ne vatan, ne sevgili, ne hoca, ne dost.”
Üstadın söylediği mânada her şekil insanda yerli yerine oturmazsa ne olur biliyor musun? İnsan, Müslüman insan olmaktan çıkar bir homongolosa dönüşür. “Ne vatan” derken ne dediğini biliyor musun? Vatan, İslâmî bir kelimedir, şeriatın yaşandığı, darülislâm olan ülke demektir. Tevfik Fikret ve benzerleri gibi vatansız beşer mi olacaksın?
“Ne sevgiliyi” hangi mânada kullandığını kestiremedim. “Sevgili”yi, inanç lügatımıza göre kullandıysan şayet, esef ederim yüreğine! Senin nâmına yanar yakılırım. İslâm tasavvuf ve edebiyatı bir baştanbaşa “Sevgili” mazmunuyla doludur. Bu mübârek kelime, Allah’ı ve iki cihanın Efendisi’ni zikrederken Müslümanların hitap ettiği ulvî bir sıfattır. Öyle değil mi, aziz dost? Bütün âzâlarınla tövbe tâlimine soyunmalısın.
Sonra, “Ne hoca…” diyorsun. “Hoca” müessesesinden ne şahsın, ne de millet zarar görmüştür. Hocası ve üstadı olmayanın kılavuzu şeytan olur, diyor din büyüklerimiz.
“…Ne dost” derken, aklın ve kalbin arasında irtibat kurarak, Yaradan’ın sadece insana bahşettiği bu iki âzâna danıştın mı? Bu talihsiz sözü denî bir hâldeyken yazmış olmalısın. Ahirette kullara “dostların kimlerdir?” diye suale başlarlarmış; Yâni insanı dost edindikleriyle imtihana çekerlermiş. Müslüman insan, önce kendisi dost olur, sonra dostları olur ve ardından dostlarına dost olur. Yunus Emre Hz.lerinin mısralarında dosta inanmak, kurtuluşun yarısı demektir: “Varam ol dosta kul olam / Her dem açılan gül olam.”
Mektubundaki şiirin de problemlidir: “Ben sizden azlettim kendimi / Siz benden elinizi çekince / Elinizi yüreğime koyana dek.” Kendini dostlarından nasıl azledebilirsin? Azletmek ve azledilmek senin salâhiyetinde değil, aynel yakîn dost bildiklerindedir. Çünkü sen talibsin.
MADDÎ HAPİSHANEYİ AŞMALISIN
Bir zaman hapis yatan Musa yoldaşın fakire yazdığı mektuplar mutmain bir kalp ve dimağdan çıkmış cümlelerle doluydu: “Evet buradayım (hapishanede). Ama burası da güzel. Bütün iç güzellikleri yekvücut yapıp, nemli duvarlara çarpıyorum. Bütün sevgileri, bütün tutkuları ve erdemlilikleri tutup, demir kapılara sıvıyorum. Bir âşıkın, mâşukuna meşkini alıp kör pencerelere tıkıyorum ve ben yaşıyorum. Güçlüyüm, arınıyorum bütün kirlerden. Derviş sarığını sarıyorum, bütün kötülüklerin boğazını sıkıyor, sıkıyor sonra boğuyorum. Ahır Dağı’nın tepesine çıkmış gibi ferahlıyor, serinliyorum. Bir saksıda reyhan yetiştiriyorum, her sabah eğilerek kokluyorum onu. Okşuyor seviyorum. Reyhanın her yaprağında bir hayat buluyorum. Dibine verdiğim her su damlasını onun yapraklarında bir güzelin tebessümleri olarak buluyorum.”
Demek ki, o dost maddî hapishaneyi aşmış, yüzünü mâna aynasına çevirmiş, reyhanın yaprağında güzel bir insanın tebessümünü görür olmuş. Hapis dediğin böyle olur.
Nasihat makamında değilim, ilmim ve irfanım yok. Lâkin seninle olan dostluğumuzda, fakiri bir büyüğün olarak kabul ediyorsan, yanan ve terleyen yüreğimle söylüyorum: Hapishanede namaz kıl, namaz kıl, namaz kıl… Necip Fazıl’ın “Öp beni alnımdan öp beni seccadem” mısraının mânasını yaşamalısın beş vakit.
Eyüp sabrı, mümin sabrı gerek sana. “Her gece iki gündüz arasındadır” diyor bir yazar. Âşık Daimî’nin şu türküsünü yüreğinden söylerdin: “...Kışın sonu bahardır / Bu da gelir bu da geçer ağlama”. Yazgına razı olmalısın. Said Nursî Hz.leri: “Kadere taş atan, sadece kendi başını yarar” diyor.
Şu hapishane türküsünü söylemek senin fikir adamlığına aslâ yakışmaz: “Yıkılası hapishane damları anam / Yandım Allah yandım, daha mı yanam / İçtiğimiz gözyaşı, ekmeğimiz gam / Her yeri kaplamış bir kara duman / Geçmiyor geçmiyor şu kahpe zaman / Bir af çıkmazsa da hâlimiz yaman.”
Ali Yurtgezen Hocanın 1980 öncesinde üniversite talebesiyken yazılarından dolayı Erzurum Hapishanesi’nde ailesine bile duyurmadan, hiçbir şey olmamış gibi sessiz sedasız, vakar ve tevekkül içinde üç ay hapis yatıp tahsiline devam etmesi ne kadar soylu ve gıbta edici bir duruştur anlayana. Onun, 12 Eylül Darbesi’nde yine fikirlerinden dolayı Şehr-i Maraş’ın Sıkıyönetim Komutanlığı hücrelerinde kısa bir müddet gözaltında kaldığını, başına gelenleri câmiada böbürlenme ve pâye mevzuu etmeden asil bir şekilde eğitimci hayatına devam ettiğini sana anlatmıştım.
HAPİSHANEYİ MÂNEVÎ BİR TÂLİMGÂHA DÖNÜŞTÜRMELİSİN
İmtihan dünyasının bir durağında cüz’i iraden yoklandı ve hapislik çilesi verildi. Yazgına tam teslimiyetle hapishaneyi mânevî bir tâlimgâha dönüştürmelisin. Ruhunda ve aklında, dengesini kurmuş bir kişilik ihtilâli yapmalı, kalbinle, dilinle, fiillerinle yirmi dört saat nefsini tezkiye tâlimine çekmelisin. Hapishaneyi Yusufiye yapmalı, bir mümin, bir fikir adamı gibi irşad etmelisin etrafındaki mahkûmları. Vaktinin çoğunu kitaba ayırmalı, kitap okutmalısın kalbi ve kafası kabuk bağlamışlara.
Hapishaneyi mektebe dönüştürmeli ve kendin bir mektep olmalısın. Öyle olmalısın ki, sen olmayınca bütün mahkûmlar ışığını ve rehberini yitirmiş olsunlar. Arkandan, “adam gibi fikirli bir mahkûmdu” denmeyi hak etmelisin. Erdemlerinden, muamelenden demir kapılar kendiliğinden açılmalı ve gardiyanlar yol vermelidir sana. Bir kahraman ağırlığıyla ayrılmalısın hapishaneden. Bu meziyetleri kuşanacak cehd ve seciye var sende.
Hâsıl-ı kelâm; vaziyetin “keçeyi suya atmış, çıkan yerini taşlıyor” zelil ve ümitsizliğinde değildir. Kişiliğin ve ikbalin bakımından kıyamet de kopmadı. Soyun sopun inkıraza da uğramadı. Oğullarını şehit de vermedin. Dünya ve ahiret hayatını bütünüyle karartacak gayya kuyusuna da düşmedin. Cemiyet içine çıkamayacak yüz kızartıcı bir cürüm de işlemedin. Sicilin tertemiz ve alnın ak. Feveran ve sitem sana yakışmaz. Bilirim ki sen berk adamsın, arabesk duygulara kapılmazsın.
Fakiri, yanında hasbıhâl ediyor olarak okuduğuna inanıyorum. Yazdıklarım hepimizin hikâyesi. Kimimiz dışarıda, kimimiz içeride aynı hamlığı yaşıyoruz. Aynı kazanda pişmeye, aynı mutlak hakikat aşkının tâlimine muhtacız. Gâye; üstümüzdeki lüzumsuz yükleri bir bir atmak, kabahatlerden, masivadan uzaklaşmak ve “din gününe” hazırlanmaktır.
Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Vur kazmayı dağa Ferhat / Çoğu gitti azı kaldı.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.