Hayatımız yaşadıklarımızdır!
Hayatımız yaşadıklarımızdır. Dilimizdeki iddialar, hatıralar, alakalar, mensubiyetler, yaşanmıyor ise; hayatımızı etkileyip yönlendiremiyor ise, kendi kendimizi kandırıyoruz demektir. İmanımız, Dâvâ şuurumuz, meselelere bakışımız pratiğe yansımıyor, sosyal hayatımızda kendini göstermiyor. Bildiklerimiz, okuduklarımız, dinlediklerimiz, anlattıklarımız nakilden ibaret kalıyor. Peygamber Efendimizden bahsediyoruz, Allah dostlarının hayatından, mevıza kitaplarından menkibeler anlatıyoruz, ancak yeteri kadar etkimiz yok! Ağırlığımız yok! Gidişat bizi sürüklüyor. Özne değil; nesneyiz. Âyette zikredilen “Üsve-i Hasene” olamıyoruz. Sünneti çağa taşıyamıyoruz. Zaman ve mekan üstü bir hayat nizamını dar kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz.
Okyanusta bile bir katre olmayan halimizi okyanus zannediyoruz. İbadetin ruhunu, o ruhun bize kazandırdığı ahlakı, fazileti, nezaheti, nezaketi, şefkati, hikmeti, merhameti sosyal hayatımıza hâkim kılmalıydık. İnsanlara karşı sorumluluğumuzu, Rabbimize karşı sorumluluğumuzdan ayrı düşünmemeliydik. İnsanlara karşı mükellefiyet ve mesuliyetimizi yerine getirmeliydik. İbadetlerimiz bize şuur vermeliydi. Her ne kadar ibadetler Allah ile kul arasında gerçekleşiyorsa da ibadetlerin gayesi kulun diğer insanlarla olan münasebetlerine yansımalıydı. Kur’anı, bize nazil olan, hayat kitabımız olarak okumalıydık. Mesela, hepimizin bildiği “Elemtera” sûresinin manasına hiç baktık mı? Tarihi “fil vakası” üzerinden ahlaksız gücün ibretlik akibeti anlatılır.
“Güçlüyüm, o halde haklıyım” mantığı ile hareket edenlerin er-geç hüsrana uğrayacağı beyan edilir mukaddes kitabımızda. Kezâ “Tekasür Sûresi”. Modern zamanların en tehlikeli hastalığı olan ‘güç tutkusu!’na dikkat çeker. Varoluş amacını yitiren, dünyevîleşme belasına uğrayanlara karşı uyarır bizleri. Servetin keyfimizce tasarruf edeceğimiz bir mülkiyet değil, hesabı sorulacak bir emanet olduğu ifade edilir.
Ne olur biraz TV dizilerinden kurtulup şu uzun gecelerde “sûre dizileri”ne baksak!
İçinde bulunduğumuz toplumu içten içe çürüten-yozlaştıran “Dünyevîleşme hastalığı!”nın farkında mıyız? Yapılan istatistiklere göre, insanlar en çok alışveriş merkezlerine girip çıkıyor. Bu da gösteriyor ki; toplumsal hayatın merkezinde artık camiler değil, “alışveriş merkezleri” var. Günümüz insanının hayat tarzı, olmazsa olmazı: lüks-israf-alışveriş! Gün içinde karşılaştığımız insanların çoğuyla, dostluk, arkadaşlık yahut din kardeşliğinin yerinde televizyon var, internet var. Daha düne kadar “tüm yeryüzü mescid” diye inanılırken, bugün “tüm yeryüzü” pazara dönüştü. Malzemesi insan olan en güzel varlığa biçilen rol, “tüketici davranışları” başlığı altında toplanıyor. Kafa yorulan tek mesele var: “Kapıdan içeri giren tüketici, cebindeki parayı nasıl daha kolay harcar?” İnsana böyle bakınca, gördüğümüz hınca hınç kalabalıklar, yan yana yürüyen bir “yalnızlar ordusu”nu andırıyor.
Yapılan günahlar, isyanlar, (haram-helal, günah-sevap, meşrû-gayrı meşrû) sınırlarının ihlali, bunların sonuçları, bizi “toplumsal patlama”lara götürüp “cinnet toplumu”nun bireyleri haline getiriyor. En basiti, zenginliği paylaşamayan insan, yoksulluğu paylaşmak mecburiyetinde kalacak belki. Bu problem, siyasi ve ekonomik olmanın ötesinde, ahlakî bir sorun. İnsanlık, ihtiyaçlarıyla ilgili bakış açısını çâresizce değiştirecek. Gönüllü olarak yapmadığı şeyi mecburen yapacak! Ama nasihatla, ama musîbetle... İnsan, kendi yaptıklarıyla kendi varoluş sebebini ortadan kaldırıyor âdeta... Sebeb oldukları olayların neticesinden şikayet ediyorlar. Artan huzursuzluklar, bunalımlar, şiddet, intiharlar, ölme ve öldürmeler, vs.
Mesela “küresel kuraklık”tan bahsediliyor. “Irmağın kenarında abdest alıyor olsan da suyu israf etme!” diyen bir medeniyetin çocuklarının, “su ortaktır” buyuran bir Peygamberin ümmetinin evlatlarının böyle bir problemi olabilir mi? “Kadına şiddet” gündemde. Bir sürü faaliyetler yapılıyor, polisiye tedbirler alınıyor. Buna rağmen sonuç ortada. “Kadının hakkından Allah’a sığının. Onlar size Allah’ın emanetidir. Sizin en hayırlınız hanımına iyi davranandır.” Diyen bir medeniyetin insanında böyle bir mesele olabilir mi? “Aile bitiyor, gençlik çöküyor! ” vs. Bütün bu ve benzerî meselelerimizin sebebi kendi değerlerimizden uzaklaşmamızda değil mi? Daha fecaatı; suyun, toprağın, ateşin ve havanın gayesi dışında kullanıldığında bizi nasıl bir cezanın beklediği. Nitekim Üstad Sezai KARAKOÇ da “TUFAN” başlıklı yazısında, bu hususa şu ifadelerle dikkat çekiyor:
“Toprak dayanamıyor ve çatlıyor. Bu, gelişerek bir toprak tufanına kadar gider. Sonra ateş ve hava da verdi işaretlerini. Bütün işaretler verildi, ama insan uyanmadı.
Toprağın ve ateşin öcüyse başlamıştır bile. Atom, hidrojen, kobalt bombalarını yaptık. Ucundan ateş fışkıran tanklar ve silahlar yaptık. Güldüre güldüre öldüren, ağlata, ağlata yok eden, boğan, pörsüten gazlar icat ettik. Ateş, toprak ve hava bizden öç alsın diye kendi elimizle ve kendi aklımızla bunları yaptık. Bir gün bir yerde, toprak, bir kanser uru gibi büyüyüp üzerimize yürümeye başlarsa hiç şaşmayalım. Bu, toprağın tufanıdır ve ikinci tufandır. Bir gün bir yerde, bir ateş başını alır, önüne geleni yakıp doğudan batıya veya batıdan doğuya doğru kahredici bir kudret halinde ilerlemeye başlarsa hiç şaşmayalım; bu, ateşin tufanıdır ve üçüncü tufandır.
Örneğini cihan savaşlarında görmedik mi? Bir gün bir yerde, bir gaz kümesi, bir radyoaktivite bulutu, üstünden geçtiği şehirleri, üstünden bir kımıl bulutu geçmiş bir buğday tarlası gibi kupkuru ederse, bir “ölüm bulutu” gibi geçtiği yerlere ölüm tohumlarını saçarsa, buna hiç şaşmayalım. Bu, havanın tufanıdır ve dördüncü tufandır ve son tufandır. Ve örneğini hiç görmemiş de sayılmayız.
İnsanoğlu, yeryüzünden alınıncaya kadar, suyun, toprağın, ateşin ve havanın niçin var olduğunu düşünüp onları bu en yüce ödev için kullanmadıkça, bu kudretlerin eliyle, küçük veya büyük ölçüde cezalanacaktır. Bir tabiat kanunu değil, onu da içine alan ilâhî bir kanundur bu.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.