Türkiye'ye gol atmak
Hakan Yakın, İsviçre milli takımı formasıyla Türkiye'ye bir gol attı; birkaç dakika sonra aynı yerden bir golü de kaçırdı. Maç boyunca forması için aslanlar gibi top oynadı, aynı formayı giyen diğer Türk arkadaşları da formalarının hakkını verdiler.
Güzel sahnelerdi, çok hoşuma gitti. Hem işini adam gibi yapacaksın, hem aidiyetlerini unutmayacaksın; bu bizim, yüksek bürokratlar, siyaset adamları, aydınlar arasında bile kolay kolay tutturamadığımız bir denge, bir kemalât noktası; demek ki bu delikanlı adam gibi adamdır ve profesyonelliğini güvenilir bir karakterle tahkim etmeyi başarmıştır.
Futboldan değil, "adam olmak"tan bahsediyorum.
Türkiye, Hakan'ın golüyle elenip evine dönseydi de vallahi bu fikrim değişmeyecekti; şair Nâbî'nin, "bu tîr ban kendi terkeşimdendir" dediği hesap sîneye çekecektim. Neticesi güzel oldu fakat o mühim nükteyi aman ihmâl etmeyelim. Murat o golü atmak yerine bile bile dağlara taşlara yollasaydı çok utanırdık; son dakika golüyle galip gelmenin bile tadı kaçardı, tatsız, buruk bir hisse kapılırdık. Memleket muhabbeti uğruna, ahlakî değerlerini çiğneyen bir delikanlıyla uzaktan hısım ve kavimdaş olmak bize ağır gelirdi.
"Ama o Türkiye'ye gol attı" denilecek...
Böyle gollere can kurban; hilesiz-hurdasız, kurallara uygun buz gibi gol. Ben nerde hata yaptım diye üzülürüz o kadar.
Futbolda bırakınız gol yemeyi "kendi kalesine gol atmak" bile, işin tabiatı cümlesindendir (Beşiktaşlı Recep kardeşimin bizim kaleye voleyle attığı o jeneriklik milli golü nasıl unutulur!); bile bile atılırsa başka! Bizim bağrımız, kendi kalemize bile isteye, güle oynaya, "oh olsun feşmekanlara" duygusuyla atılan gollerden delik deşik. Bu sözü Osman Bölükbaşı'na atfederler, "gördüğüm ihanetlerden bağrım Karacaahmet mezarlığına döndü" demiş.
Yaşadığımız saçmalıklardan sıyrılıp şöyle bir dışarıya bakarak, yabancıların bizde neyi yadırgadıklarını ve en çok hangi halimize güldüklerini hatırlayalım; kendi kalemize şehvetle yuvarladığımız, "düşmaan ölsün de nasıl ölürse ölsün" fikrini dillendiren "pisi pisine" gollerdir onlar. İnsanın canını acıtan ise aklı karışık bürokrat stoperlerimizin her pis vuruştan sonra "millicilikten", Cumhuriyet'i muhafaza etmekten filan bahsetmesi. Fazilet hissini çekiniz bakayım, geriye Cumhuriyet'ten ne kalır?
Her biri rezâlet sıfatını haketmiş onca ihânetin ortasında yaşarken bunların vara yoğa "milli birlik ve beraberlik" nutku çekmeye kalkışması ise insanda gülme hissi bile uyandırmıyor. Şöyle düşünüyoruz: "Biz Türkler gerçekten medenî bir cemiyet miyiz; biz Türkler sahiden bir arada yaşama edebi geliştirebilmiş bir topluluk muyuz; biz Türkler birbirimizi hakikaten seviyor muyuz? Biz Türkler kederde ve kıvançta gerçekten ortak bir heyet miyiz? Veya daha acısı, "bunlar Türkse ben neyim?.."
Sokaktaki adamın birbiriyle bir alıp veremediği yok; ne zaman haberlere kulak kesilsek başka cins bir yaratık (meselâ Tyrex) olduğumuza hükmedesimiz geliyor. O ne kindir; o ne gayz, o ne ufûnet. öldüren, delip de geçmek isteyen bakışlar, zehirli imâlar...
Mürüvvetmend ol! Mürüvvetmend nedir bilir misin? Koca Ragıp Paşa şöyle açıklıyor bu güzel kavramı: "Muzaffer, vakt-i fursatta adudan intikaam almaz / Mürüvvetmend olan nakami-i düşmenle kâm almaz"
Hakan Yakın gibi mürüvvetmend Türk ol; canımı ye!
Adam hakemi ayarlayıp, orta sahadaki üfürükten faul yüzünden sana penaltı atmaya yeltenmiyor; maç kurallarını kendi keyfine göre yorumlamıyor. Maçın sonucunu içine sindiremeyip gece yarıları web âlemine tuhaf bildiriler atmıyor. İşini yapıyor. Sen de işini öyle yap; sen de canımı ye; dürüst ol, öyle dürüst ol ki, kestiğin cezayı çeken bile, "helâl olsun; ben bunu haketmiştim" desin, diyebilsin.
...
Aferin be Hakan, uzat alnını öpeyim!