Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Nerede o eski yıllar?

Nerede o eski yıllar?

Belli bir yaşa geldiğinde, yıllar nasıl da abanır insanın üstüne, nasıl da yaşayamadıklarına, yapamadıklarına yanmaya başlar...
Yanlışlar, hatalar, günahlar bir bir keser insanın yolunu, pişmanlıklar ardı ardına sökün eder. Fark edersiniz ki, her yıldönümü tövbe etmek için bir büyük fırsattır.
Ve secdeye kapanıp ağlamanın tam zamanıdır: Takvim yapraklarıyla birlikte çöpe giden günlere ağlama zamanı.
Nerede o eski yıllar, nerede eski duvar takvimleri?
Duvar takvimiyle ilk tanıştığımda, sekiz yaşlarındaydım. Babam bir “sefer” (denizci babamın sık gidişlerinin anlamını çok sonra kavrayabildim: Meğer ekmeğini denizden çıkarmak üzere, gemisiyle yedi denize başvururmuş. Her gidişine de “sefer” denirmiş. Babamı sık sık ortadan kaybolmasından dolayı, meğer boş yere suçlarmışım) dönüşü getirmişti...
Duvara âdeta merasimle astık. Gıcır gıcır takvim ahşap evimizin duvarına çok yakışmıştı...
Bana evin en lüks, en görkemli ayrıntılarından biri gibi gelmişti, o gün; dakikalarca seyretmiş, kartonundaki tüm yazıları okumuştum (Ancak kartonunu okuyabiliyordum, çünkü takvimin yaprakları henüz açılmamıştı, yılbaşında açılacaktı)... Öyle sevinmiştim ki...
Dile kolay: Bugüne bugün bir duvar takvimimiz vardı... O yıllarda, üstelik de köy şartlarında bu önemli bir imtiyazdı. Neden derseniz, bizim köyde bizden başka kimsenin duvar takvimi yoktu...
Onun takvim olduğunu biliyordum. Bunu hem babam söylemişti, hem de afilli, kalın bir yazı ile takvimin üzerine “takvim” olduğu yazılmıştı: “Saatli Maarif Takvimi...”
Neredeyse yılın yarısına kadar, okuldaki tüm arkadaşlarıma takvimden bahsedip durdum. Daha doğrusu takvim yapraklarından: Takvim yapraklarındaki bilgilerden...
O sene takvim yapraklarında okuduklarımı anlatmamdan herkes öylesine bıktı ki, eski arkadaşlarım bile yanıma uğramaz oldular...
Ve ben yine bu takvim münasebetiyle, insanın kendisini frenlemesi gerektiğini öğrendim.
Sadece bu kadar değil: Kitapsız bir dünyanın çocuğu olarak, aslında takvim yapraklarından çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim.
Babam, her gün birini koparmamız gerektiğini söylemişti, ama ben güzelim yaprakları koparmaya kıyamazdım. Kopardım diyelim, atmak içimden gelmezdi. Kitaplarımın, defterlerimin sayfaları arasında saklardım. Bugün bile ne zaman bir takvim yaprağını koparmaya uzansam içim oynar! Sadece bir takvim yaprağını değil, ömrümün sayılı günlerinden birini daha koparıyormuşum gibi gelir.
Zamanın içinden ömrümüzü kopardığımızı fark etmeden, takvim yapraklarını koparıp duruyoruz? Ben hâlâ çöpe atmaya kıyamıyorum...
Benim yaşımda insanın her anı değer kazanır. Her anı değer kazanmış insanın, bir gününü çöpe atması kolay değil. Hiçbir şey bilinçsiz yapılmamalı. Özellikle takvim yaprakları bilinçsizce ve hoyratça koparılmamalı...
Allah’ın asra (zamana) yemin ettiğini, her takvim yaprağındaki bilgilerin emekle üretildiğini, nihayet koparılan her takvim yaprağıyla birlikte, ömrümüzden bir gün daha eksildiğini hatırlayarak, saygıyla yaklaşılmalı takvime...
Öyle yaptım. Yine de sayılı günler çabuk bitti. Sona çabuk ulaştım. Bir de baktım ki, takvimde tek yaprak kalmış. Birden hüzünlü bir yalnızlık çöktü içime...
Sonra bir soru dolaşmaya başladı kafamda: Yılı harcadım mı, değerlendirdim mi?
Bence her yılbaşında, “Milâdî yıl mı, Hicri yıl mı?”, yahut “Kutlanır mı, kutlanmaz mı?” kavgası yapacağımıza, “Yılı nasıl geçirdik?” sorusunun ışığında kendi mahşerimizi kurup nefsimizi hesaba çekmeliyiz.
Yeni yıl geldi de, eskisi nasıl geçti sevgili dostlarım?.. “Vur patlasın, çal oynasın” havasında mı, yoksa “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” soruları eşliğinde derin ve kalıcı dengeler kurmaya çalışarak mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi