Bir kara delik yolculuğunun hikâyesi

Bir kara delik yolculuğunun hikâyesi

Bendeniz bir miktar kozmoloji bilimine meraklıyımdır; Türkçesi "Evrenbilim" mânâsına geliyor.


Kâinatın yapısını, tarihi ve geleceğini inceleyen bilim dalı. Kâinatın bir bütün olarak incelenip anlaşılmasını mümkün kılmak üzere muhtelif tabiat bilimlerini fakat özellikle astronomi ve fiziği bir araya getiren kozmoloji, ister istemez metafiziğin alanına da giriyor. Meselâ, "Büyük patlamadan önce ne vardı?" veya, "Henüz canlı olmayan maddeler, fî tarihinde nasıl oldu da canlı organizmaya dönüştü ve kendisini devam ettirmeyi sağlayan gelişkin yapıları kendi kendine nasıl oluşturabildi?" gibi sorulara cevap arayan bilim adamları aslında, "Bir arkadaşı arıyordum da şöyle bir göz atıp çıkacaktım" bahânesiyle tanımadığı bir mekâna girmek zorunda kalan yabancıların tedirginliği içinde metafiziğe, yani bilinen fiziğin ötesindeki ve üstündeki olgulara bulaşmak zorunda kalıyorlar ister istemez.

Fizik dedim de, bu dersten lise yıllarında yüzüm hiç gülmedi. Bizim fizik hocamız her imtihanda 6 numaralık problem, 4 numaralık metin sormayı âdet edinmişti ve fizik problemi çözmeye doğuştan kabiliyetsiz olduğum için benim fizik notlarım 2 ile 4 arasında değişir dururdu. Bilmemkaç derecelik eğik bir düzlemden kayan bilmemkaç gram ağırlık ve bilmem kaç birim özgül ağırlığa sahip bilmem kaç cm küplük bir cismin ne kadar zamanda ne kadar yol alacağını hesaplayabilmenin değerini inkâr ediyor değilim, -vâkıa bu bilgi hâlâ bir işime yaramış değil ama olsun!- ama fiziğin aslında çok merak çekici, çok ilginç, çok eğlenceli bir konu olduğunu aradan yıllar geçtikten sonra farkettiğimde kendime ve fakat özellikle fizik bilimine çok acıdığımı iyi hatırlıyorum. Kendime acımıştım çünkü bütün şartlar iyi olsaydı ben pekâlâ iyi bir fizik öğrencisi olabilir, en azından merde-nâmerde muhtaç olmadan alnımın akıyla fizikten geçer not alabilirdim. Fizik bilimi için niçin üzüldüğümü açıklamaktan hicap duyuyorum ama belki birilerine faydası dokunur diye çıtlatmanın yeridir; eğer bütün şartlar iyi olsaydı fizik bilimi, bugün olduğu yerden daha iyi bir durumda olabilirdi!

Bu bir his sadece ama...

Nerden çıktı bu kozmoloji ve fizik bahsi diye merak ediyorsunuz; efendim geçenlerde bir akşam hanımla ben, Köroğlu ile Ayvaz misâli yemeğimizi yedikten sonra televizyonun karşısına geçtik. Haberlerin özetini alıp, yurtta ve dünyada yeniyılın nasıl bir heyecanla karşılandığını isbat etmeye çalışan genç TV muhabirlerine bir hayli acıyıp, "Vah vah, donuyor çocuklar şu yağmurun-yaşın altında" diye üzüldükten sonra aaa...

Sanki ekrandan bize doğru bir kara delik (black hole) tüneli açıldı; birdenbire kendimizi gençlik günlerine doğru sürükleyen bir nostaji fırtınasına tutuluvermiş bulduk. Kara delik mâlumunuzdur, büyük bir yıldız yaşlandığında kütlesi ağırlaşırken hacmi küçülüyor ve bu çelişki sebebiyle kendi içine doğru çökerek tek boyutlu, esrarengiz bir çekim merkezi haline geliveriyor. Derler ki, eğer bir kara delikten içeriye göz atmak mümkün olsaydı kendimizi geleceğin veya geçmişin veya uzayda herhangi bir mekânın içinde bulabilirmişiz!

İşte tam olarak başımıza gelen şey, bir kara delik tünelinden geçmiş günlere doğru düşmeyi andırır bir şeydi. Sene 1978. Ekranlar henüz renklenmemiş. TRT'nin efsanevi yeniyıl programlarından birinde, o tadına doyulmaz TRT dekor anlayışının önünde gençlik günlerimizin şöhretleri...

Sezen Aksu, soyadıyla müsemma su gibi genç, dal gibi ince.

Bülent Ersoy nihai kararını vermiş, omuzları vatkalı gece elbisesi ile bütün pırıltılarını kuşanmış şen ve şakrak.

O da ne; bu sarışın Zerrin Özer midir? Ya Erkin Koray? Erkin baba, bugün olsa asla dönüp bakmayacağı garip bir Rock'çı kıyafeti içinde günün moda şarkılarından birini söylüyor. Elindeki gitarın ses düğmelerinin çapı rahatlıkla iki santim filan var, bugüne göre demode; gününe göre ultra modern!

Bizim kuşağın da genç olduğu zamanların sûretleri, çehreleri, elbise, saç modaları, dillerden düşmeyen şarkıları...

Seslendirdiği Ordu, Giresun türküleriyle bildiğimiz Ali Rıza Gündoğdu meselâ; sonra yaptığı soğuk esprilerin ne kadar soğuk olduğu hakkında kendisiyle bile dalga geçecek kadar sevimli sunucu Cenk Koray... Sonra Rıza Silahlıpoda, Evet-Hayır yarışmasıyla her zaman "Bakalım ne yapacak" diye merak ettiren Erkan Yolaç...

Derken MFÖ; yani Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsü. Ne kadar da gençler; saçları briyantin reklamında oynayacak kadar gür ve sağlıklı görünüyor; "Biz neymişiz be abi" diye sahnede ter ter tepinirken içimden, "Şimdi olsa şu dans figürlerini kesinlikle yapamazlar, mafsallar müsaade etmez bir kere" diye geçiriyor, belki de haksızlık ediyorum.

Samime Sanay geçiyor ekranlardan, rahmetli Yıldırım Gürses müheykel vücuduyla ters orantı teşkil eden pırıl pırıl yumuşak sesiyle "Mevsimler yas tutup güller ağlasın" diye seslenirken duygulanıyoruz.

Komedi Dans Üçlüsü geliyor; pazar yerinde pırasa ve ıspanak gibi enstrümanlarla klasik müzik icra ediyorlar, gülümsüyoruz.

Ara yerde TRT'nin stüdyolarda kullandığı naklen yayın kameraları giriyor görüntüye; kamyon yarısı gibi alâmet bir şey. Şimdi bir hurdacıda görse meraklısı, bedava verseler bakmaya üşenir; öyle lenduha...

Mehmet Ali Erbil bugün neyse yine öyle fakat çok genç; insanın içini acıtacak kadar, yürek sızlatacak kadar genç.

Zekai Tunca, Selami Şahin, Şakir Öner Günhan, İbrahim Tatlıses, Emel Sayın, hatta Zeki Müren bile oradalar.

Ekranda yıllar birer birer devrilirken biz burada büyülenmiş gibi geçmiş zamanların sanatçılarını değil, kendi hikâyemizi seyrediyoruz. "Aa, aynen böyleydi sahi" diye hayret ediyoruz, aslında "Biz o zamanları yaşamıştık; onlar gençti, demek ki biz de gençtik" diye heyecanlanıyoruz.

Tam bir mazi seyahati; yumuşak, hissi, güzel...

İnsan galiba böyle çelişkilerle yüz yüze geldiğinde filozoflaşıyor. Yaşanmış zamanlarla bugün arasında keskin bir mukayese imkânı belirdiğinde sarsılmadan edemiyoruz, sonra elde kalıyor hüzün...

Gece onbire doğru kitap okuma saatim geliyor; "Güzelsiniz, hoşsunuz ama Abbas gider" diyorum kendi kendime; ardından "Bunu yazarım, ne güzel geceydi" diye mırıldanıyorum ama o da ne? Star gazetesinde "Asabi Adam" mahlâsıyla yazan bir meslektaşım da aynı duyguları hissetmiş olmalı ki, hemen ertesi pazartesi günü sarılmış kaleme-kâğıda. Güzel de yazmış; eline sağlık.

Bu arada TRT Müzik kanalını seyrediyorsunuz değil mi? Harikulâde. Tavsiye ederim haddim olmayarak. TRT bir de kanal adlarını günün belli saatlerine göre değiştirip durmasa çok iyi olacak.

TRT'yi hakikaten tebrik ediyorum; insanî değerlerden kopmadan yayın yapılabileceğini gösterdikleri için..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi