Hakikat Hükmünü Muhakkak İcra Eder
Her zamanki gibi, siyasetin kritik dönemeçlerde olduğu günlerde vuku’ bulan, sonrasında kurumları zan altında bırakıp birbiriyle çatıştıran ‘kara delik’ vakalarından biri olan ‘Uludere Olayı’nın etkileri hala kamuoyunu meşgul ediyor.
Sehven mi? Yanlış istihbarat mı? Oyun içinde oyun mu? Sorularının cevabının arandığı, her türlü yetkili yetkisiz, sorumlu sorumsuz kişi ve makamların kendilerini maslahatları lehinde mevzilendirdiği bir olay haline geldi...
Aynen;
PKK-Peşmerge-ABD koalisyonu ile göz göre gerçekleştirilen Dağlıca baskını gibi…
Olaydan 4 saat önce Jandarma, MİT ve polis tarafından aynı anda kaydedilen telsiz konuşmalarıyla da ortaya çıkan ben geliyorum diye bas bas bağıran ama neticede müdahale edilemeyip 13 şehit verdiğimiz Silvan saldırısı sonrası yaşananlar gibi…
Anayasal ve yasal reformların tartışıldığı dönemlerde ortaya çıkan Anafartalar Çarşısına yapılan bombalı saldırı ve Ankara Kızılay Kumrular Caddesindeki saldırılar gibi...
Kurumlar arası çatışmalar, ilgili ve yetkililerin kapılarının önünde neler olup bittiğinden bihaber olduğu haller gibi… İnsanları sıkı sıkıya tanımlanmış bir hedefe doğru yönlendirmek için oluşturulan suni gündemler ve suni krizler gibi…
Başka ülkelerin derin devletlerinin operasyon sahası haline gelmiş Türkiye’de, menfaat odaklı siyaset ve menfaat odaklı devlet yönetimi anlayışının oluşturduğu gerilimler gibi…
Devletin kurumlarını istismar eden ve kamu imkânlarından yararlanan, mafyalaşmış, çeteleşmiş bazı ilkel organizmaların ve odakların, ülkeyi hassas ve provokasyonlara açık süreçlere gebe bıraktığı faaliyetleri gibi…
Ülkede ki tüm hava- kara hareketlerini BBG evi gibi izleyebilecek teknoloji ve istihbarat ağına sahip olunduğu halde; Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve arkadaşlarının içinde bulunduğu ve Karayakup tepesinde düşürülen helikoptere ve sonraki araştırma-soruşturma sürecinde “aslında ne oldu?” sorusunun cevaplarına ulaşılmaması için sarf edilen gayretler gibi…
Örnekler çoğaltılabilir… Uludere olayını da yukarıda sıralanan benzer örneklerden farklı değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. İşte farklı zamanlarda farklı şekillerde ortaya çıkan bu gibi olaylar, ‘kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı’ bir otorite ve yetki karmaşasını ortaya koydu… Başkaları tarafından doldurulan ya da başkaları tarafından doldurulduğu bilindiği halde müdahale edilmeyen/edilemeyen boşluklar göz önüne serildi…
Tüm bu olaylar ciddi ve hayati bir sorunun çözümüne yönelik cesur adımların atılmasını mecbur kıldı. ‘Çelik korse’ devreye girdi… Hukuk yoluyla siyasi sosyo-ekonomik menfaatler ve maslahatlar kalıp içine alınmaya başlandı... Nasıl ki bir korse vücudu öldürmez belli bir forma sokarsa, aynen öyle bir kalıba ve forma sokmaya başladı…
Otorite ve kontrol mekanizmalarından müstağni, askeri ve sivil bürokrasimizin içindeki odaklarla mücadeleye girişildi… Kimileri hukukun üstünlüğü ilkesiyle karşı karşıya bırakıldı, kimileri de sindirildi…
Sadece sermaye değildi bir yerlere entegre olan… Sisteme dâhil olmuş, mevcut dengeyi bozabilecek dokunuşlarıyla icra-i faaliyette bulunan Truva atlarına karşıda ciddi çalışmalar ve önlemler alınmaya başlandı… Sınırları zorlayarak politik hayatı organize etmeye çalışanlar yavaş yavaş devre dışı bırakılmaya başlandı.
Her gün güncellenen Türkiye kitabı iyi okunmaya başlandı… Kriz çıkaran, sonrasında çıkan krizlere müdahaleyi geciktirmeye çalışan otorite boşlukları, siyasi iktidarın 2008’den beri uyguladığı kararlı girişimlerle doldurulmaya başlandı.
“Türk devleti elinde imkânı olduğu halde neleri yapmıyor ya da yapamıyor?” sorusu ile yıllardır muhatap kalan siyasi iktidar, son altı aydır ciddi güvenlik stratejileri geliştirmeye başladı. Terörle mücadele konusunda bunca zamandır önlerine konulan yol haritalarının iş görmediğini fark edenler, son 6 aydır terörle mücadelede yeni bir konsepti hayata geçirmeye başladı. Mobil ve sadece bu işle iştigal eden yetkin personelle teröristle mücadele dönemi başladı… Gündüz külahlı gece silahlı olan, PKK da dâhil olmak üzere bütün fraksiyonlarının üzerinde bir konumda olan KCK’ya ciddi darbeler vurulmaya başlandı… Teröre destek veren iç finans kaynakları, uyuşturucu ve mafya tarzı örgütlenmelerle mücadeleler arttı. Teröre haricî destek ve finans sağlayan kaynaklar üzerinde, kesin kararlı ve gerekirse “misli ile karşılık verme” politikası konusunda ciddi adımlar atılmaya başlandı. Dağınık durumda olan; yaptıkları, ettikleri, işledikleri yalnız ve ancak kendi sınırları içinde tanımlanabilen istihbarat kurumları arasında işbirliği sağlanması istikametinde olumlu ve adımlar atılmaya başlandı…
Ama burası Türkiye…
Doldur doldur, boşluklar tükenmiyor…
Türk Milleti ezelden beri, dünyada hakikati temsil ettiğine inanan ve bu hakikati dünyaya aktarmayı düşünen bir millet olmuştur... Her türlü durum ve şartlarda bu böyle olmuştur. Böyle bir millet, istese de istemese de başka hakikatleri zirve yapmak isteyen milletlerle ‘çatışma içine’ girecektir.
Kurulduğu yıllardan beri ‘Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar mühim bir ülkedir' ilkesinin peşine düşenler, küreselleşmenin menfi etkileri ile birlikte “kimin eli kimin cebinde” dedirttiren çapraşık ilişkilerini yoğunlaştırdılar. Filhakika, kaotik ortamların aktörleri hala zinde güç olma özelliklerini koruyorlar…
Askeri ve bölgesel güvenlik açısından ABD-NATO Koalisyonuna, ticari ilişkiler dengeleri açısından AB'ye ve Enerji açısından Rusya'ya bağımlı olduğumuz malum. İtaat eden, devleti ve siyaseti uydulaştırılmış, ekonomisi boyunduruk altına alınmış bir ülke vizyonunun verdiği rahatsızlığa karşı neler yapılabilir? Türkiye kendi kurum veya kuruluşlarını, siyasetini ve stratejilerinizi ne kadar dış müdahale etkilerinden ve bağımlılıklarından uzak tutabilir?
Soğuk savaş dönemi denge politikaları ve stratejileri artık jeopolitiğimizde miadını doldurdu. Askeri ve ekonomik merkezli çıkar eksenine, bilgi teknolojisi oturmaya başladı. Askeri, ekonomik ve nüfus odaklı güç anlayışı, yerini koç yiğitleri bile kuzuya çeviren ‘yumuşak güce’ bıraktı. Kriz yönetimlerinin, caydırıcılığın, stratejik ittifaklar ve denge siyasetinin yerini tamamlayıcı ve önleyici diplomasiye bırakmaya başlandığı gerçeğinin farkına varılmaya başlandı…
Bir ülke Türkiye'ye ‘aşırı’ ilgi gösterdiği vakit birileri bunun adını ‘stratejik ortaklık’ koyabilir. Buna karşın, birileri de bu işi ihanet olarak niteleyebilir... Bazıları da bu tip ilişkileri arabuluculuk ve güven arttırıcı bir strateji diye nitelendirip, güç ve itibar kazanımı elde edilebilir şeklinde yorumlayabilir...
Hülasa…
Türkiye’nin tam bağımsızlığın mümkün olup olmadığı tartışmalarının ayyuka çıktığı günümüzde, hesap kitap yapmanın bir gömlek üstü olan optimizasyon ile, ilişkiler ve politik davranışlar doğru tercüme edilmeye başlanmalı…
Son yıllarda ‘devlet geleneği’ni koruma yönünde ciddi adımlar atılmaya başlandı. Türk siyasi sistemi toplum-devlet arasında bir takım düzenlemeler yapmaya başladı. Devlet iktidarıyla siyasi partiler iktidarının farklı misyonları ve üstünlük arayışları önce çatışmaya başladı, sonra orta bir yolda buluşmaya başladı.
150 Yıllık hasret ile erişilmesi gereken siyasi vuslat, yani, devlet ve siyasi partiler iktidarının asgari müşterekte buluşması çabaları meyvelerini vermeye başladı.
Şurası bir gerçek: uluslararası siyasi sistemin önemli aktörleri, Türk asker-sivil idarelerinin uyumunu kendilerine bir tehdit olarak algılamaktadır. Bugünlerde yaşananlar bu algının neticeleridir.
Netice,
Hiçbir hareket reaksiyonsuz olmuyor. Diğer oyuncular da kontra hamlelere sahipler... Artık kısa vadeli taktik kazanımların ve iç politik hesapların çok ötesinde tedbirlerin ve hedeflerin peşine düşülmelidir.
Artık bu ülkeyi sevk ve idare edenler, gerektiğinde ‘bedel ödemeyi’ de göz alarak, Türklerin sadece tavla değil satranç da oynayabildiğini herkese belletmeleri lazım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.