Doğru bilgilendirilmek hakkımız...
"Yeni bir Uludere'nin eşiğinden dönüldü" başlıklı haberi dün Sabah'ın web sayfasında gördüm. Radikal mahreçli haberi Sabah editörü manşetten değil, gazetecilik tâbiriyle "etek"te, birbirine denk ağırlık taşıdığı farzedilen 20 haberden biri şeklinde okuyucuya vermeyi tercih etmiş.
Eleştirmiyorum, onların dikkati olmasaydı, bu değerli ayrıntıyı görmeyecektim bile.
Kısaca özetleyelim: İki ayrı bölgede insansız hava araçları terörist topluluğunu andıran görüntüler tesbit ediyor; Uludere hadisesinden ders çıkaran gözlemciler bölgedeki kara birliklerinden destek istihbaratı talep ediyorlar ve durumun çok farklı olduğu anlaşılıyor: Çaprazlama istihbaratın sonucu şu: İlki, sınır köyüne giden düğün alayı, öteki ise on kişilik dağcı topluluğu.
HafazanAllah; tersini düşünün, yani terörist zannıyla dağcılara, düğüncü topluluğuna ateş açıldığını... Nasıl bir bâdireden geçmekte olduğumuzu dehşetle fark ediyorsunuz. Dört yanımız, patlatılmaya hazır saatli bombalarla dolu. Öyle ki Bahçeşehir'de, Olimpiyat köyü yakınlarında ele geçirilen yedi kiloluk C4 patlayıcı, bunların yanında çatapat gibi kalıyor. (C4'ler de sigorta kapsamına giriyor mudur acep?)
Bizim oralarda, "Yarasız yere kurt düşürmek" diye bir tâbir vardır; Uludere faciası böyle bir şeydi. Müteaddid kereler, "Saatler boyunca devam eden bir trafik kazası olmaz, kazalar anlık hadiselerdir" diye yazdığımı hatırlıyorum. Neresinden baksanız dört saatlik bir gözlem ve karar verme aralığı bulunan hadisede en kötü ve ağır sonucu verecek bombalama kararını alabilmek, saatler boyunca devam eden trafik kazası örneğini hatırlatıyor bana. Böyle kazâ olmazdı, olduruldu. İnfiâl gösterdik, Türkiye ayağa kalktı, "Araştırılıyor, tahkikat sürüyor" denildi, basın toplantıları yapıldı ama şunca günden beri yeterince bilgilendirildiğimizi kimse söyleyemez.
Operasyonların yönetimi sivil otoriteye geçtiyse, kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğu da aynı mercîin demektir. Bakmayınız siz, "Gazeteciler hapsediliyor, hiç kimse düşüncesini açıklamaya cesaret edemiyor" diye köpürtülen sızlanma edebiyatına; bu ülkede, bağımsız mahkemeleri, bürokrasiyi hatta kamuoyunun tamamını iğfâle muktedir ve hâlâ çok etkili bir haberleşme ağı var ve bu ağ içindeki "Fabrikatörler", son derece ustalıklı yalan haber uydurabiliyorlar. Yalanın ömrü azdır ama ihmâl, sorumsuzluk, daha kötüsü kötü niyetin sebep olduğu rezaletlerin yaptığı tesirle baş etmek zor. Neyi kasdediyorum dağcıların, düğüncülerin "hatâen" öldürülmeleri vukûunda olabilecekleri imâ ediyorum.
Dün yine çok sayıda arama, gözaltı, yakalama haberleri vardı ve bu haberler genellikle "Bir kısım medya" tarafından, "İktidarın polisi, savcısı tarafından mâsum yurtseverlerin baskı altına alınması" olarak servis edildi. Böyle yorum ve imâların doğruluğu yanlışlığı tamamen anlamsız; anlamlı olan tek şey, hızlı, doyurucu, doğru bilgi aktarımı. Böyle hadiselerde soruşturmalara gizlilik perdesi uygulamak teknik açıdan gerekli olabilir fakat halkla ilişkiler açısından çok fena görüntü veriyor. Uludere faciâsının halka ilişkiler açısından yönetimi berbattı.
Dün Leyla Zana'ya ait olduğu ileri sürülen bir ev polis tarafından arandı; dış görünüşüyle yasama dokunulmazlığını kaba bir surette baskı altına alan bir uygulama gibi görünüyor. Hürriyet refikimiz haberi, "Zana'nın evinin kapısı çilingirle açıldı; Zana'dan ilk açıklama 'Yazıklar olsun'" başlığıyla verdi. Evet, dikkat sarfıyla bazı ayrıntıların göründüğü gibi olmadığı anlaşılıyor ama ortalama okuyucudan ayrıntı dikkati bekleyemezsiniz; "Nerede açıklayıcı ve mütemmim bilgi?" derken Başsavcı Vekili Fikret Seçen'in basın açıklaması düşüyor ikindi saatlerinde: "Leyla Zana'nın adreslerinde arama yapılmasına dair karar almadık, şüpheli şahıslardan C.Y.'nin evindeki arama ile vekilin bir ilgisinin olmadığı teyid edildi."
Halkla ilişkilerden kasdımız, gerçeğin boyanıp tabiatının bozulması değil, serî, doğru, tatminkâr ve ehil ağızdan kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi. Keşke Zana haberindeki dikkat, Uludere faciasında da gösterilseydi.