Bir 1921 Anayasası var... Bir de, diğerleri!
Bu söz, bana ait değil... Bu söz, Anayasa Hukukçusu Doç. Dr. Osman Can’a ait... Öyle dedi Osman Can; “Türkiye’de iki Anayasa vardır... Biri 1921 Anayasası, biri de diğer Anayasalar!.. Yani bir tarafta 1921 Anayasası, diğer tarafta 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları!”
Osman Can, bu ayrımı neden yaptığını da şöyle açıkladı: “1921 Anayasası’nı millet yapmıştır, diğer anayasaları ise devlet dikte etmiştir!”
Önceki akşam, kendimi tam bir “beyin fırtınası”nın içinde buldum...
Başkanlığını Beylikdüzü Belediye Başkanı Yusuf Uzun’un yaptığı BEKVA’nın, yani Beylikdüzü Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen “sohbet toplantıları”nın ikincisi yapıldı...
Toplantının konukları;
Anayasa Hukukçusu Osman Can ve Emekli Başsavcı Reşat Petek idi...
Moderatörlüğünü Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Av. Ercan Ay’ın yaptığı “Türkiye’de Siyasi Dönüşümün Hukuki Temelleri” konulu toplantıda; her iki konuşmacı da, gerçekten son derece “çarpıcı tesbitler”de bulundular, “çok güzel öneriler” yaptılar.
REFERANS 1921 ANAYASASI
Dediğim gibi;
Osman Can, başka arayışlara gerek olmadığını, gerçekten “Milletin Anayasası” yapılmak isteniyorsa, “1921 Anayasası” gibi “kısa bir Anayasa” yapmanın yeterli olacağını söyledi.
Malûm, bizler hep “1924 Anayasası”na gönderme yapar, bu Anayasanın örnek alınmasını isteriz... Ve hatta, “Atatürkçü”leri de ikna etmeye çalışırız.
Öyle ya;
1924 Anayasası’nda, “Devletin dini, Din-i İslâm’dır” yazar... Bu da, “Atatürk dönemi”nde Anayasaya girmiştir...
O halde, “yeni yapılacak Anayasa”da da, bu Anayasa “referans” alınmalıdır!..
Biz böyle deriz de; Osman Can, “hayır” diyor; “1921 Anayasası referans alınmalıdır!”
Niye acaba?..
Dün gazeteye gelince, “1921 Anayasası’nın özellikleri”ne bir baktım.
Öğrendim ki;
20 Ocak 1921’de TBMM tarafından kabul edilen “ilk anayasa”nın en önemli özelliği; “9 aylık çalışma ve uzun görüşmeler”den sonra, “Türkiye’nin bütün vilâyetlerinden temsilcilerin katılımı” ile hazırlanmış olmasıdır!..
Yani, bu çalışmalara “Lazistan”dan da temsilciler katılmış, “Kürdistan”dan da!..
Ergun Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi adlı kitabında, “1921 Anayasası”nı şöyle anlatıyor:
“Yeni Anayasa, aynı zamanda milli egemenliği hakim kılan ve vatanın kaderine milli egemenliğin temsilcisi Büyük Millet Meclisi’nin el koymasını mümkün kılan ve onun meşruluğunu da tanıtan, hukuki ve siyasi değeri olan bir belgedir.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa, 23 asıl, bir de ayrı madde halinde iki kısım olarak düzenlenmiştir. Genel esasları kapsamaktadır. Anayasanın kısa oluşu, o devrin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamak için, kısa ve özel bir anayasa hazırlanmıştı.
Anayasanın ruhunda ve mantığında kuvvetler birliği sistemi hakimdi. Milli iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organın, Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmektedir. Başkansız bir Cumhuriyet kuran bu Anayasa ile milli irade Meclis tarafından tescil edilmekte ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanması ve tek bir iradeye bağlanması şart kılınmaktadır.”
1921’DE “MİLLET” VAR
Dikkat edilirse;
1921 Anayasası’nda, “milli irade”ye özel vurgu yapılmakta, “milletin ve vatanın geleceği”ne karar verecek “tek yetkili organ” olarak da TBMM gösterilmektedir.
“1921 Anayasası”nı kavrayabilmek için, “sadece 3 temel madde”ye bakmak yeterlidir.
O temel maddelerde denilir ki;
1- Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir... Yönetim usulü, halkın kendi geleceğini, kendisinin belirlemesi esasına dayanır.
2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır.
3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi’nce yönetilir ve Hükümet’i “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” adını alır.
“Millet”e, “milli irade”ye ve onun temsilcisi “Meclis”e bu kadar vurgu yapılması, elbette çok çok önemlidir.
Bugün, TBMM’nin duvarlarında; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazıyor ve bu da “Mevcud Anayasa’nın 6. Maddesi”nde yazıyor olsa da; hemen ardından gelen cümle şöyledir:
“Türk milleti; egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre YETKİLİ ORGANLARI eliyle kullanır!”
Bu, ne demektir?..
Tamam, millet “egemen”dir ama, insanlar bir “koyun” olduğu için, onları yönetmeye bir “çoban” lâzımdır!..
Peki, “çoban”lar kim?..
Anayasa Mahkemesi’nden tutun Yargıtay’ına, Yargıtay’ından Danıştay’ına, Danıştay’ından Genelkurmay’ına kadar, hemen hepsi!.. Evet, millet “egemen”dir ama, bu egemenliğini ancak “bunlar eliyle” kullanabilir!..
Aksi halde, “milletin başını boş bırakır” isen, nereye gideceği belli olmaz!.. “Davulcu”ya da gidebilir, “zurnacı”ya da... Hatta, “irtica”ya ve dahi “şeriat”a bile gidebilir!.. O halde “başını boş bırakmamak” ve tepesine “yetkili organları” dikmek gerekir ki, sürekli “kontrol” edilebilsin!..
Bunun adı da; “Egemenlik kayıtsız şartsız millette” oluyor, öyle mi?..
Yemişim böyle egemenliği!..
LAİKLİK VE DERSİM!
Evet, Osman Can’ın görüşüne ben de katılıyorum... Türkiye’de, gerçekten de “iki anayasa” vardır... Biri “1921 Anayasası”, biri de “diğerleri”dir!..
1921 Anayasası’nda “milletin ağırlığı” vardır, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları ise “devlet ağırlıklı”dır!..
Yani;
Onlarda “devlet kutsanmakta”dır!..
Ve ayrıca;
1921 Anayasası, “kısa ve öz”dür... Zaten, “madde”ler ne kadar çoğalırsa, “yasak”lar da o kadar “artmakta” ve “milleti koruması” gereken anayasa, “devleti korumaya” başlamaktadır!.. Oysa, “zayıf” olan “devlet” değil, “birey”lerdir...
Dolayısıyla; anayasalar devleti değil, bireyleri korumalıdır!.. Hem de, hangi “din, inanç ve milliyet”ten olursa olsun!..
Peki, “1924, 1961 ve 1982 Anayasaları” böyle midir?..
Osman Can, 20 Nisan 1924’te kabul edilen anayasaya, 1937’de sokulan “laiklik” maddesine dikkat çekip, dedi ki;
“Nedir laiklik?.. Din devlete, devlet dine karışmayacak, demek değil mi?.. Ya da, devlet; din ve inançlara eşit mesafede duracak, demek değil mi?.. Peki o zaman sormak gerekmez mi; anayasaya 1937’de giren laiklik maddesine rağmen, aynı 1937’de Dersim halkını bombalayan kimdi?.. Dersim’de binlerce, onbinlerce insanı katleden devlet değil miydi?.. O halde, nerede kaldı laiklik maddesi?..”
KUKLA MI, KUKLACI MI?
Ve ilâve etti:
“Önemli olan kararlar değil, karar vericilerdir!.. Siz istediğiniz kadar karar alın, eğer karar vericileri değiştiremezseniz, anayasaların hiçbir hükmü olmaz!”
Bence de çok doğru bir tesbit...
Gerçekten de, “kukla”ları değiştirmek, hiçbir anlam ifade etmez... Önemli olan “kuklacı”ları değiştirmektir... İpler “kuklacı”nın elinde olduğu sürece; Karagöz’ü de, Hacivat’ı da parmağında oynatır!..
Osman Can’ın, “toplum mühendisleri”ne dair verdiği bir güzel örnek de şuydu:
Farz edelim ki; ben bir “arsa” aldım... Orada “2-3 katlı bir ev” yaptırmak istiyorum... Öyle “hayal”lerim var ki...
Evin “teras”ında “mangal” yakıp, “cızbız” yapmak istiyorum...
Kısacası, içimde “ukde” kalmış “hayal”lerimi gerçekleştirmek istiyorum...
Ve “inşaat mühendisi”ne gidip, “bana böyle bir ev plânı yap” diyorum...
O da, eline kalemi-cetveli alıp, başlıyor çizmeye... Oraya yatak odası, buraya mutfak, şuraya banyo!.. Derken, çizdiği plânda “ben” yokum, “benim hayallerim” yok!..
Olamaz da!..
Çünkü “mühendis” benim hayallerimi değil, “kendi hayallerini” çiziyor!..
“Anayasalar” da böyledir!..
“Siyaset mühendisleri” tarafından yazılan anayasalarda “millet” yoktur, “milletin hayalleri” yoktur!..
Çünkü onlar, “devletin hayalleri”ni gerçekleştirmekle görevlidir!..
“1921 Anayasası” haricindeki bütün Anayasalar da, “millet”in değil, “siyaset mühendisleri”nin eseridir!..
HERKES KATKI SUNMALI
Pekiii... “Yeni Anayasa çalışmaları” ne durumda?.. Ya da neler yapılmalı, nasıl bir yol izlenmeli?..
Gerek Osman Can’ın, gerek Reşat Petek’in ortak görüşü şu:
“Bir Uzlaşma Komisyonu’nun kurulması ve partilerin eşit üyelerce temsil edilmesi, yerinde bir karardır... Çünkü; kararlar oybirliği ile alınmak zorunda olacağı için, hiçbir partinin değil, bütün partilerin üzerinde uzlaştığı konular anayasaya girecektir.
Bu da, az ve öz bir Anayasa olacaktır... Maddeler ne kadar az olursa, özgürlük de o kadar çok olacaktır!”
Ama, bu konuda; herkesin “elini, taşın altına koyması” gerekmektedir... Yani; hiçbir kişi ve kuruluşun; “Ben olmasam da olur” kolaycılığına kaçmaması gerekir...
Emekli Başsavcı Reşat Petek, bu konuda “enfes bir örnek” verdi.
Bir köyde bir “ağa” veya bir ülkede bir “kral” varmış... Bütün ahaliye talimat vermiş: “Yarın sabah süt banyosu yapacağım... Herkes, bu gece bir kova süt getirsin ve sabaha kadar sütle doldursun havuzu!”
Adamın biri; “Nasıl olsa herkes süt getirecek... Sütle dolacak havuza, ben bir kova su döksem, nasıl olsa bu karanlıkta belli olmaz!” diye düşünmüş ve öyle de yapmış!..
Sabah olunca, bir de bakmışlar ki, “süt”le dolu olması gereken havuz, ağzına kadar “su” ile dolu!..
Niye?.. Çünkü, herkes “adamın biri” gibi düşünüp; “Süt dolu havuzda, nasıl olsa bir kova su fark edilmez” demiş!.. “Herkes böyle düşündüğü” için de, “süt havuzu” değil, “su havuzu” çıkmış ortaya!..
Reşat Petek dedi ki;
“Anayasanın eğer millet Anayasası olmasını istiyorsan, sorumluluğunun gereğini yerine getireceksin!.. Bir tek benim görüşüm ne fark eder, diye düşünürsen ortaya milletin Anayasası değil, devletin Anayasası çıkar!.. Bu ülkede yaşayan her bir fert, elini taşın altına koymalı ve herhangi bir şekilde yeni Anayasa çalışmalarına katkı sunmalıdır!”
ELLER TAŞIN ALTINA!
Reşat Petek’in anlattığı bu “hikâye” ve yaptığı bu “öneri”, herkes tarafından dikkate alınmalıdır!..
Yoksa, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in bahsettiği “B Plânı” devreye sokulur ve bugün “duyarsız” davranan insanlar, o zaman “yakınmaya” başlar.
Ortaya; 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları gibi “devletçi Anayasalar” çıkmasını istemiyorsak; “yazılacak” değil, “yeniden yapılacak” yeni Anayasaya “katkı” vermek zorundayız!..
Unutmayalım ki, “siyaset mühendisleri pusuda”dır ve onlar asla “özgürlükçü” Anayasa istemezler...
Buyrun, “elleri” görelim...
“Teslim” olanlar gibi; “başın üstündeki” elleri değil, “taşın altındaki” elleri!..
Bu sohbetleri başlattığı için, Beylikdüzü Belediyesi’ni kutluyorum.
Dilerim, devamı gelir...
Hrant Dink ve Danıştay!
“Eleştiriler”in bir kısmına ben de katılıyorum... “Hrant Dink Dâvâsı”nda önceki gün karar veren “yargı”nın; “örgüt yok” demesini ben de yadırgadım... Ortada, “Dink’i tehdit edenler veya uyaranlar” varken, “Ogün Samast’la hatıra fotoğrafı çektirenler” varken, nasıl “örgüt” olmaz?..
“Bu dâvâ bitmemiştir” diyenlerin haklı isyanlarını anlıyorum... Gerçekten de; “Ogün Samast’ı azmettirenler ve cinayetten sonra onu kutlayanlar” yargı önüne çıkarılmalı ve onlar da hakettikleri cezayı almalıydılar!..
Ama, benim anlayamadığım şu:
“Hrant Dink cinayeti”ni, işlediği günden bu yana gündemlerinden düşürmeyen ve “bağlantı”larının ortaya çıkarılmasını isteyenler, niye aynı duyarlılığı “Danıştay Cinayeti”nde göstermediler?..
“Danıştay cinayeti”ne o kadar “ilgisiz” kaldılar ki; “Vakit hedef gösterdi, Alparslan Arslan vurdu” deyip, kapattılar konuyu!..
Oysa, Vakit’in hiçbir dahli yoktu!.. Alparslan Arslan da, “tek başına” işlememişti o cinayeti!.. Onun da “bağlantıları” vardı!.. O zaman da, dâvânın hakimi Orhan Karadeniz; bir-iki kişiye ceza vermiş, kapatmıştı dosyayı!..
Ama, hiç kimse, “bu dâvâ bitmemiştir” demedi!..
Ne karara tepki gösteren oldu, ne de OYAK’ı araştıran!.. Bereket ki, dâvâ “Ergenekon”la birleştirildi de, “bağlantılar” ortaya çıkmaya başladı.
“Hrant Dink Dâvâsı”nda da öyle olacaktır...
O da “Ergenekon”la birleştirilecek ve “bağlantılar” ortaya çıkarılacaktır.
Ben, şimdilik sadece “ikiyüzlülüğe” işaret etmek istedim.