Büyüyen Türkiye korkusu
Sarkozy’nin Ermeni oylarını kapmak için “Soykırım Yasası”nın Fransız Parlamentosu’ndan geçirdiğini yazıp çizenlere, asıl sebebin büyüyen ve güçlenen Türkiye’yi engellemek olduğunu söylemiştim.
Ayrıca bu, sadece Sarkozy’nin projesi değil, aynı zamanda bir Avrupa projesidir...
Avrupa yaşlı nüfusuyla geleceği değil, geçmişi temsil ediyor. Tökezlemiş ekonomisiyle de, bir zamanlar bize uygun bulunan “Hasta Adam” benzetmesini hak ediyor.
Buna karşılık Türkiye genç-dinamik nüfusu, siyasi istikrarı, büyüyen ekonomisi ve imparatorluğa dayanan büyüme hasretiyle geleceğin temsilcisi olarak beliriyor...
Çünkü Türkiye, son yıllarda yakaladığı gelişme ve zaman zaman dünyaya meydan okuyan duruşuyla, Avrupa karşısında yeni bir alternatif oluşturmaya başladı.
Sarkozy’yi harekete geçiren budur. Maksat Türkiye’yi durdurmaktır. Hareket noktası ise korkudur. Biraz da “Haçlı Kültürü”!
Türkiye istikrarsız ve güçsüzken, devlet adamlarımız Amerikalı, Avrupalı devlet adamları karşısında ezilir büzülür, üç kuruşluk kredi dilenirken, hiç sorun yoktu. Şimdi var: Çünkü her uluslararası toplantıda karşılarına ezilen-büzülen, avuç açan, ezik-bozuk, muhtaç, süklüm-püklüm bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı değil, yerine göre kimseye “metelik” vermeyen, IMF kredisini elinin tersiyle itebilen, İsrail Cumhurbaşkanı’na Davos’ta reddiye çekebilen, borçlarını tıkır tıkır ödeyebilen minnetsiz, dik duruşlu bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı çıkıyor.
Üstelik gülümsüyor: Avrupa gazetelerine, “Gülümseyen tek Başbakan” diye haber oluyor. Çünkü Avrupa’nın suratı fena halde asık bugünlerde, ekonomi baş aşağı gidiyor!
Dolayısıyla “Türkiye’yi durdurmak lâzım”! Hemen “gard vaziyeti” alıyorlar.
Tabii bu süreç “İnkâr yasası” çıkana kadar bazı merhalelerden geçti...
Önce kullanabildikleri kadar PKK’yi kullandılar. Terör birden bire şaha kalktı. Şehit cenazeleri sıra sıra dizildi. Türkiye bunun üstesinden gelmek için generallerini Doğu’ya gönderdi. Hesaplarını doğru yaptı ve terörü vurdu. Eylemlerini yavaşlattı.
O taraftan umut kesenler, “Arap Baharı”nı (belki de onlar organize etti) fırsata dönüştürmek istediler. Bizim Başbakan’ın plânladığı gezilerin önünü kesmek için alelâcele Libya’ya gittiler (İngiltere ve Fransa). Mısır halkının Türkiye’ye muhabbetini görünce, Mısır’da askeri yönetime razı oldular. Bir diktatör gitti, bir diktatör geldi: Zaten Amerika ve Avrupa seçilmişlerden ziyade diktatörlerle iş tutmayı tercih ederler. Çünkü ikili ilişkiler çok daha sorunsuz yürür.
Saddam’ı, Kaddafi’yi, Hüseyin’i, Esad’ı, Abdullah’ı ve Hüsnü Mübarek’i dönem dönem sımsıkı tutan, işler sarpa sarmaya başlayınca da sürece müdahale edip daha rahat çalışabilecekleri ekipleri işbaşına getiren bunlar değil mi?
Bu hesaplar “bir taşla iki kuş” vurmak içindi: Hem Ortadoğu’daki etkilerini koruyacak, bu sayede sömürü düzeni aynen devam edecek, hem de dindaşları ve komşularıyla “sıfır sorun” politikası yürüten Türkiye’yi sıkıştıracaklardı.
İran ve Suriye meseleleri de bu çerçevede izaha muhtaçtır.
Unutmayalım ki, Batı ikiyüzlüdür! Hep böyle olmuştur. Bize “Hasta Adam” damgası vurana kadar, Dömeke’den Trablusgarb’a, Filistin’den Galiçya’ya, Allahüekber Dağları’ndan Sina’ya kadar yedi cephede aralıksız 17 yıl savaştırmış, insan, para ve silah kaynaklarımızı iyice tükettikten sonra da Çanakkale’ye dayanmışlardı.
İmparatorluğumuzu önce yordular, sonra parçaladılar, nihayet yutmaya geldiler. Çünkü Halife, Batı çıkarlarının önündeki en büyük engeldi, onun varlığında İslâm coğrafyasını pervasızca sömüremiyorlardı.
Çanakkale Savaşları’nı onlar kaybetti, ama Birinci Dünya Savaşı’nı biz kaybettik. Başkentimizi işgal ettiler. Üç sene sonra da Halife Padişah’ı alıp gittiler.
Şimdiki halde Sayın Erdoğan’ı o makamda olmasa bile o işlevde görüyorlar ve tabii deli oluyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.