İki arada bir derede
Uluslararası ilişkiler teorilerinin hemen hemen tamamı güç endeksli diskurlara açıklama getirmeye çalışır. Çalışır diyorum; zira bunlar doğruluğunun mutlakiyeti olmayan ve her zaman geçerliliğini kaybedebilecek potansiyele sahip akıl yürütmeleridir ve sorgulamaya açık olmak mecburiyetindedirler. Bugün gücü maksimize etmeye salık veren realizm teorisi küresel köyün başlı başına at koşturan uluslararası kuramı durumunda. Bunun dışında sıkça başvurulan bir uluslarötesi ilişkiler yumağı ise diplomasiden geçmekte. Diplomasi, güç endeksli çekişmelerin içinde de dışında da yani kendince bağımsız varlık iddia edebilen bir yol, yöntem. İki veya daha çok sayıda ülke arasındaki ilişkiler bir noktada tıkandığında –ki bu çok sıklıkla karşılaşılabilen bir durumdur, çünkü her ülkenin milli çıkarı farklıdır ve her zaman olmasa da bazen veya çoğu zaman bir diğer ülkenin çıkarları ile çatışabilir- yapılması gereken diplomasiye başvurmaktır. Ancak bu, söylendiği kadar kolay uygulanabilen bir yöntem değildir. Çünkü herkes diplomasinin ilk etapta devreye sokulması gereken yöntem olduğu konusunda hemfikir değildir. Kimileri, bu aşamayı bypass etmekte gecikmezler. Dahası meydan okumacı bir tavırla muhataplarını hamle dışı bırakmayı hedeflerler. Bu iki bakış arasında kurumsal bir farklılık mevcuttur. Diplomasiyi ilk denenmesi gereken yol olarak görenler, barışın silahlanmaksızın gelebileceğine inanan ve diplomatik gelenekten gelenler yani dış işleri kurumudur. Muhatabı ile konuşmaksızın hesaplaşma hırsına bürünmüş olanlar ise askeri gelenekten gelenlerdir.
Konuyu ABD üzerinden örneklendirecek olursak, Devlet Bakanlığı adı verilen dış işleri ile orduyu temsil eden Pentagon arasındaki bakış açısı ayrımı üzerinden düşünebiliriz. Sorun karşısında birincisi masayı gösterirken ikincisi silahına işaret eder. Birincisi “oturalım konuşalım, insanlar konuşa konuşa anlaşır” anlayışında ısrar ederken, ikincisi “sen de sarıl silahına” diye tahrik eder. Birincisi elastiktir, ikincisi bükülmeyen ama kırılan. Yani esnetemezsiniz. Kalkışınca elinizde kalır –veya başınıza kalır-. Birinci işi çözmek ister, ikinci savaşa girmek. Sonuçta ikinci de işi çözecektir ama önce muharebeyi kazanacaktır. Bu arada hayatlar kaybedilecektir ama bu kampta az zararla çok iş başarmak değildir birincil görev. Sorunu çözmektir ama pekala silah gücünü de ortaya koyarak “sindirerek” çözmektir. Hedefte sadece hedefteki ülke değil bütün insanlık vardır. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla hesabıyla hareket edilir. Mesaj bütün dünyayadır.
1979 İran İslâm Devrimi’nden bu yana ABD İran ilişkileri işte bu ikinci bakış açısının benimsenmesi ile yürütülegelmiştir. Doğrudur, her hangi bir yüz yüze çarpışma gerçekleşmemiştir şimdiye kadar.. Ancak her an uçta, diken üstünde bir ilişki seyretmiş ve bir yerden patlak verebilecek potansiyele sahip şekilde süregelmiştir. Çünkü –şimdiki İran- en beklenmedik bir anda, Batı’nın en yakın dostlarından birini, diktatör Şah Pehlevi’yi alaşağı etmiştir.
Akabinde gelişen rehine krizi iki ülke arası ilişkileri dönüşü olmayan bir gerginliğe sürüklemiş, ABD’nin büyüklenmesi ile gelişen diğerini muhatap kabul etmeme duruşu diplomasi yolunu daha başından tıkamıştır. Geriye kalan da sürekli sürtüşmeyi getiren askeri kasların ısınması egzersizi olmuştur. Onun için; saldırdık-saldıracağız ile geçen bir otuz yıl var, geriye baktığımızda.
Son günlerde Hürmüz krizi ile tekrar canlanan iki ülke arasındaki salvolar yeni söylentileri de beraberinde getirdi. ABD, İran’ı bu denli karşısına aldığı için pişmanmış, bugünkü aklım olsaydı diye başlayan cümleleri kuranların sayısı hiç de küçümsenemeyecek orandaymış ve hatta Obama yönetimi, diplomasi kanalını denemek için çok da geç olmadığını bile düşünüyormuş…
Doğruluk payını zaman gösterecek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.