Türkiye değişiyor, bazıları kavramakta zorluk çekiyor (2)
Sinan Omur, Eşref Edip (hicran devrinin gazetecileri, yazarları), Sudi Reşat Saruhan (avukat, sonra milletvekili), Ayhan Songar (Psikiatrist) gibi, dönemin önder isimlerini Avukat Bekir Berk’in bürosunu ziyaretlerim sırasında tanıdım.
İlk daktilom da yine rahmetli Avukat Bekir Berk’in armağanıydı: “S” harfi olmayan bir Remington... Köyüme götürmüş, ilk amatörce yazılarımı o daktiloda yazmıştım. Bir süre sonra da kullanılamaz hale geldi.
İstanbul’da profesyonel anlamda gazeteciliğe başladığım yıllarda (1971 Temmuz) bizim gazetede (Yeni Asya) daktilo kıtlığı vardı: İki satır yazabilmek için sıra beklerdik. Sonra “Olimpia” marka bir daktilom oldu. Ardından bir “Erika” sahibi oldum. Derken elektrikli daktiloya geçtim...
Elektrikli daktilom olduğunda bir matbaam olmuş kadar sevindiğimi hatırlıyorum. Fakat bir sorun çıktı, daha doğrusu iki sorun: Birincisi, el yazısından daktiloya geçişin zorluğu; ikincisi de evde çalışırken, daktilo sesinden komşuların rahatsız olmasını engelleme güçlüğü...
Elle yazmaya alışmıştım. Daktilo ile yazarken çıkan ses beynimdeki insicamı bozuyor, damıtılmış cümleleri kovuyordu... Alışana kadar akla karayı seçtim...
Sonunda ben alıştım ya, alt kat komşum uzun süre alışamadı. Gecenin sessizliğini tıklatan daktilom komşumun uykusunu altüst etmişti. Her toplantıda yakınıyor, bir çare bulmamı istiyordu...
Her çareyi denedim: Masanın ayaklarının altına keçe koydum, daktilonun altına kalın süngerler yerleştirdim. Fakat benim elektrikli daktilom o kadar ses çıkarıyordu ki, hiçbir şey işe yaramıyordu.
Ancak zaman içinde komşumun sesi çıkmaz oldu. Bir sabah apartman girişinde karşılaştık. Hal hatırdan sonra, neden artık geceleri yazmadığımı sordu...
Üzerinde çalıştığım kitabı bitirmiş, yeni bir kitap için malzeme toplamaya başlamıştım. Ama bunu öyle yansıtmadım:
“Seni daktilomun sesiyle daha fazla rahatsız etmek istemiyorum, bu yüzden geceleri çalışmıyorum” dedim.
“İyi ama ben uyuyamıyorum birader” dedi, “daktilonun sesine öylesine alıştım ki, ninni gibi gelmeye başladı.”
Anladım ki, insanoğlu her ortama uyum sağlayabiliyor.
Sonra daktilodan bilgisayara geçtim. Yine büyük bir zorluk yaşadım. Bilgisayar elbette daktilodan çok üstündü (hafızası var, anıları yok), ama o da sessizdi. Hâlbuki daktilo sesine alışmıştım. Daktilo sesi sanki beynimin düşünce merkezini, hayal merkezini uyarıyordu (bir zamanlar kovduğu cümleleri toparlıyordu). Birden sessizliğe gömülünce, bir zaman bocaladım. Nihayet ona da alıştım.
İlk televizyon yayınını Lâleli’deki bir mağazanın vitrininde gördüm (1971). Hafiften bir “ahmak ıslatan” yağıyordu. Benim gibi meraklılar, ıslanma pahasına vitrinin önüne birikmiş, itiş-kakış televizyon seyretmeye çalışıyorlardı.
İlk televizyonumu 1974’de filan aldım. Tabii ki siyah-beyazdı (ama hayat daha renkliydi). Haftada üç gün yayın yapılıyordu. Yayın akşam saatlerinde başlıyor, geceyarısı bayrak merasimiyle son buluyordu. Her şey şimdikinden daha resmi, daha asık surat, daha törenseldi. Zaten doğru düzgün program da yoktu (şimdi var mı?).
Kısa süre içinde televizyon renklendi. Tek kanalken çok kanallı oldu. Ardından özel televizyonlar yayına girdi.
Türkiye değişiyor. Kendi buluşu olmayan yenilikler öyle arka arkaya sökün ediyor ki, bazen kavramakta zorlanıyoruz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.