Cemal Nar

Cemal Nar

Peygamber İkinci Adam Olamaz

Peygamber İkinci Adam Olamaz

Rahmetli Seyyit Kutup Üstadımız başta “Yoldaki İşaretler” olmak üzere bazı eserlerinde bir düşünceyi izah sadedinde dile getirince şu olay çok söylenir ve örnek gösterilir oldu. “Müşrikler Sevgili Peygamberimize (sav) ‘bu davadan vazgeç, seni başımıza kral yapalım’ demiş de O (sav) kabul etmemiş. İsteseymiş devletin başına geçermiş ve devletin güç, kuvvet ve imkanlarını kullanarak herkese ‘hadi Müslüman olun’ dermiş. Ama dememiş!”

Ve bu olaydan içtihat/kıyas yoluyla şu hükmü çıkarıyorlar: “Bir Müslüman, halkının çoğu Müslüman da olsa, hükmü altında yaşadığı bir müşrik devlet ile hiçbir ilişkiye giremez.”

Sevgili Peygamberimiz (sav) elbette öyle bir teklifi kabul edip de davasından dönmezdi. Çünkü iman gönüllü olarak yapılan bir tasdik işidir. İçten gelmelidir. Zorlama karşısında içten gelmeden sadece dilden yapılan ifade/ikrar, iman iman değil, “nifak” adını alan çirkin bir küfürdür. Bu yüzden Peygamberimiz (sav) elbette kabul etmezdi bunu.

Fakat şimdi biz açık seçik şunu söylüyoruz: O gün zaten Mekke’de gerçek bir devlet ve tahtından indirerek yerine Peygamber Efendimizi çıkaracakları bir kral yoktur. Dolayısıyla ciddiye alınır bir yanı da toktur. Var diyene sormak gerek: Kimdi o günkü kral?

Bu olay az ileride anlatacağımız gibi vaki olmuştur ve bu laflar bir kaç kurnaz müşriğin kandırıcı gevezeliğidir, o kadar. Yani bu işgüzar kafirler güya “ark altından bostanlık bağışlamışlar.”

Sevgili Peygamberimiz (sav) yutar mı bu boşboğazların asılsız astarsız ham tekliflerini? Hem acaba ne kadar ciddilerdi? Ne kadar güvenilirdi sözlerine?

Sakın kimse demagoji yaparak “olsaydı yutardı mı demek istiyorsunuz?” gibi saçma sapan bir yanlış anlayışa veya iftiraya kalkışmasın. Gerçek şu ki ortada krallık falan olmadığını Efendimiz (as) de biliyordu.

Olsaydı davasından vaz geçerek kral olur muydu?

Az önce yazdık ya, asla ve kat’a!

Hem Kur’an’dan, hem de sevgili Peygamberimizin (sav) sözlerinden ve siyerinden bildiğimiz kesin bir bilgi var, o da onun (sav) asla bir devlette ikinci adam olmayacağıdır. Çünkü Peygamberlik makamı mutlak itaati gerektirir. O kendisinin üstünde itaat edeceği bir kul kabul edemez. Biz de bu hakikate böyle iman ederiz.

Çünkü O (sav), dinî olduğu kadar dünyevî alanda da gerçekleştirmek istediği değişimi ve oluşumu sürdürebilmek için, bir başka devlet başkanının veziri, bakanı, danışmanı rolüyle yetinmiş olsaydı, amacına ulaşamazdı. Böylece toplumun gerçek çıkarları ve yararları yönünde hareket etmiş de olmazdı. O (sav), ilahi kanunlara göre yepyeni bir toplum ve devlet kurup düzenleyebilmesi için bütün itaat mekanizmasının, bütün devlet otoritesinin bizzat kendi elinde olması gerektiğini görüyordu. Ona göre zaten devlet asla bir amaç olmayıp, asıl gayeye ulaşmak için sadece bir araç idi. Bunu gerçeği devlet kavramının hayatında ve hadislerinde ifade ettiği azlıktan da anlayabiliriz.

Şimdi o olayı yazalım isterseniz. Üstat M. Asım Köksal Merhumun yazdığına göre o olay şöyle cereyan etmiştir: “Kureyş müşriklerinin eşrafından Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebu Süfyan Sahr b. Harb, Nadrb. Haris (Abduddar oğullarının kardeşi), Ebu'l-Bahterî b. Hişam, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velid b. Mugîre, Ebu Cehil Amr b. Hişam, Abdullah b. Ebi Ümeyye, Âs b. Vâil, Nübeyh b. Haccac, Münebbih b. Haccac, Ümeyye b. Halef ve onlarla toplanabilen kimseler, bir gün, güneş battıktan sonra Kabe'nin arka yanında toplandılar. Bunlar o günün kavmin ileri gelen kurtlarıydı. Birbirlerine:

"Muhammed'e haber salınız da, onunla konuşunuz, tartışınız; tâ ki mazur görülesiniz, kınanmayasınız!" dediler ve Peygamberimiz (a.s.) e “Kavminin eşrafı seninle konuşmak üzere toplandılar, onların yanına gel!" diye haber saldılar.

Resûlullah (a.s.), acele, onların yanlarına geldi. Onların iyi niyet taşıdıklarını sanıyor, doğru yola erişmelerini son derecede arzu ediyor, yüz çevirmekte direnip durmaları ise kendisinin çok ağırına gidiyordu. Hemen varıp yanlarına oturdu. Kureyş müşrikleri:

"Ey Muhammedi Biz seninle konuşalım diye sana haber saldık. Biz vallahi Araplardan, senin kavminin başını derde soktuğun gibi kavminin başını derde sokan bir adam daha bulunduğunu bilmiyoruz! Sen babalara, atalara dil uzattın! Dini ayıpladın! İlahlara dil uzattın! Akıllan akılsızlık, beyinsizlik saydın! Birliği böldün, dağıttın! Aramızda yapmadığın, başımıza getirmediğin kötü iş kalmadı!

Eğer sen getirip ortaya attığın o sözlerle mal, servet elde etmek istiyorsan; malca bizden daha zengin oluncaya kadar, senin için mallarımızdan mal toplayalım! Eğersen onunla içimizde en büyük şan ve şerefi kazanmak istiyorsan; biz seni seyyid ve ulu kişimiz tanıyalım! Eğer sen onunla kral olmak istiyorsan; seni kendimize kral edinelim! Şayet o sana gelen şey görüp de tesiri altında kaldığın cinlerden bir tâbi işi ise -ki bu bazen olabilir- biz seni ondan kurtarıncaya veya senin hakkında mazur sayılıncaya kadar tedavi çareleri araştıralım" dediler.

Resûlullah (a.s.) onlara:

"Dediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur! Ben size getirdiğim şeylerle ne mallarınızı istemek, ne içinizde büyük şeref ve şan kazanmak, ne de üzerinize hükümdar olmak için gelmiş değilim. Fakat, beni Allah size bir peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitab indirdi. Sizin kabul edenleriniz için, Cennetle bir müjdeleyici ve kabul etmeyenleriniz için de Cehennemle bir korkutup uyarıcı olmamı bana emretti. Ben Rabbimin bana yüklediği elçilik vazifelerini size tebliğ ettim ve sizi öğütledim. Size getirdiğim şeyi kabul ederseniz, o, dünyada ve âhirette nasip ve azığınız olur! Eğer onu kabul etmez, reddederseniz, Yüce Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar bana düşen, Allah'ın emrini yerine getirmek üzere, her güçlüğe göğüs gerip katlanmaktır" buyurdu.”

İşte Sevgili Peygamberimizin (sav) tevhit mücadelesindeki metodu budur:

“Her güçlüğe göğüs gerip katlanarak tebliğe devam etmek.”

Bu olaydan da, bütün hayatından da bu metot çıkar. Bütün peygamberler için de aynı metot geçerlidir. Biz de bunu kendimize metot ve meslek edindiğimizi defalarca burada yazdık hamdolsun. Herkese azimet olarak tavsiyemiz de öteden beri budur çok şükür. Bu yazıda fıkhımızın bir gerçeği olan zaruretlere hiç girmeyeceğiz.

Acaba bu teklifler ne kadar ciddi idi ve ne kadar kıymeti vardı? İşte biz buna “koca bir hiç” diyoruz ve o kurtların samimiyetine inanmıyoruz.

Neden mi?

Şundan: O gün “Mekke’nin Reisi” olarak bilinen adam kimdi?

“Abdulmuttalip”, yani Efendimizin amcası idi!

Peki ne kadar dinliyorlardı onu?

Ne dinlenmesi, o da eziyet ve işkence çekiyordu! Öyleyse bu teklifler de bir aldatmacadan ibaretti. Hoş, gerçek olsa da Peygamberimiz (sav) dinlemezdi. Çünkü O’nun davasından vaz geçeceğini düşünmek, O’nu asla tanımamaktır ve bize göre ona hakaret olduğundan küfürdür.

Şimdi ana konuya gelelim ve ezberlerimizi bir daha yoklayalım. Buradan halkının çoğu Müslüman olan bugünkü modern devletler ile Müslümanların ilişkilerine hukuki bir örneklik çıkar mı?

Bizim düşüncemize göre çıkmaz.

Peki, bu ilişkilere hukuki örneklik nerden çıkar?

Kur’an-ı Kerîm’den, Sünnet-i Seniyye’den, Fıkıhtan ve usul-ü fıkıhtan çıkar. Başta dört mezhep olmak üzere bize bırakılan o muazzam hukuk ve hukuk metodolojisi mirasından çıkar.

Peki, bu kaynaklardan bu hükümleri kimler çıkarır?

Bunu çıkaracak olan da müçtehitlerdir, fakihlerdir, alimlerdir. Hani Kur’an’da “ulu’l emr” olarak Müslümanların şartlı itaati emredilen, kendilerine sevgi ve saygı duyularak davalarında destek çıkılması farz kılınan alimlerimiz. Zamanımızda hem inkarcıların, hem de çağdaş Müslümanların itip kakarak incittiği garip kalmış alimlerimiz…

Şunu herkes bilsin ki, “ef’âl-i Resulullah’tan usul ve ahkam istinbatı” işlemi, üç beş kitap okumakla kendini alim sanan, daha Resulullah’ın (sav) işlerinin hüküm yönünden kaç çeşit olduğunu bile bilmeyen, özel işleri ile genel işleri arasındaki hukuki değer farkını anlamayan sıradan insanların işi hiç değildir.

Evet, “haddini bilmek” kişi için en büyük erdemlerdendir. Şair “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz” derken ne kadar haklıdır!

Şimdi bu yazılanlara itirazı olan kardeşlerimize soralım: Şu önceki yazılarda sayılan ve günlük hayatın mecburiyetleri olan rutin işleri “Tağutî Rejime başvurmadan çözme” işleminde “Peygamber Metodu ve Örnekliği”, bizim önceki yazılarda kaç kere yazdığımız “azimetten” ve “temkin Görüşünden” başka nedir acaba?

Bu seri yazı aslında burada bitmedi. Bu konuda yazılmış birkaç yazı daha vardı. Ama onlar daha önce az çok yazılan fikirlerin derli toplu sunulması olduğundan, yazılmasa da bir eksiklik doğurmaz. Öyleyse bir önceki yazımızda belirttiğimiz sebeplerden ötürü biz bu kadarla yetiniyor, bu konuyu burada bitiriyoruz.

Bize göre iyi bir beyin jimnastiği olmuştur. Yazılar ilgi ile okunmuş ve lehte aleyhte bir hayli yorumlar yapılmıştır. Onlara fark gözetmeksizin teşekkür ediyorum. Yorumla alakası olmayan çok çirkin hakaretlere gelince, bir Müslümana yakışmayan davranışlar olduğu için elbette onların edep ve terbiyesi adına üzüldüm. Nihayet herkes de bilir ki “kem söz sahibine aittir.”

Yorumları yorumlayan bu seri yazıları yazarken bizim de istemeden kusurlarımız olduysa, üzdüklerimizin af etmelerini istirham eder, bütün kardeşlerimizi muhabbetle kucaklarız.



Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi