Püfür püfür havalarda çatır çatır namazlar...
Yurtdışından bir okuyucum diyor ki: "Abi, neler oluyor? Ne olur bizi teskin edecek bir şey söyleyin.
Başbakan bile ifadeye çağrılabilirmiş. Siz yılların görmüşüsünüz; bunun sonunu nasıl görüyorsunuz?"
Bu suale şöyle dört başı bayındır bir cevap vermeden önce hükümetin devleti demokratikleştirme konusundaki isteksizliğini izah eden hayli eski ve mâlum o fıkraya yeniden gönderme yapmak durumundayım: Timsahlarla dolu havuza atlayarak hızla karşıya doğru yüzen ve sağsalim sudan çıktığında 'Beni hangi alçak itti suya?' diye bağıran adamın hikâyesi hani... İsteksizlik derken haklarını ketmetmiş olmayalım, hükümet çok kritik anlarda dik durup dirâyet göstererek devletin içine yuvalanmış derin bürokrasiye karşı benzeri görülmemiş bir mücadele verdi, velâkin şekil A'da da açıkça görüleceği üzere mesele bitmiş değildir. Bu çerçevede tahminimi kısaca arzederek daha önemli ve âcil gördüğüm bir başka meseleye geçeceğim: Geçmişte gösterdiği dik duruş ve dirâyeti sergilerse -ki öyle görünüyor- hükümet müteakip seçimi de güle oynaya kazanacaktır. Eğer bu esnada celâdet gösterip Anayasa taşının altına elini koyar da yükü kaldırırsa, Cumhuriyet'in 100. yılını kutlama törenlerini düzenlemek, AK Parti hükümetlerinden birine nasib olan şerefli bir vazife olur gibime geliyor. Bu misyonu vaktiyle sayın Bülent Arınç, "Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor" sözleriyle tasvir etmişti; aynen öyle.
Yurtdışındaki okuyucuma mesajım şudur: Doğumu Kadir Gecesi'ne denk gelenler, bir şekilde hususi bir vikaaye ve himâyeye uğruyorlar; vesâyetçi direnişçilerin en sağlam dayanağı ise pek sabih bir zat-ı muhteremden ibaret. Maçın sonucu belli. Durup dururken sırtından havuza itilen hükümet, bir kere daha müsabakayı kazanacak; yeter ki iş ciddi tutulsun.
Gelelim daha önemli gördüğüm öteki meseleye, yani Taksim'e ille de cami yaptırmayı düşünen Milli Görüş ekolünün gizli ajandasındaki en tehlikeli maddeye...
Sâyesinde "mimarlık ödülü" yarışmalarını ciddiye almamak gerektiğini öğrendiğim ünlü bir mimara göre Taksim'e yapılması düşünülen camiin projesi iki sene önce hazırlanmış bile! Vay canına! Vâkıa Sular İdaresi'nin arkasında kalan bir otoparkın ufacık arsası düşünülmüş ama olsun, cami camidir; üstelik Taksim'de olunca tadına doyulmuyor. Sırf cami de değil ha, bir kültür merkezi, üç büyük dinin tanıtıldığı bir nevi dinler tarihi müzesi. Haydi itiraz ediniz bakayım ey Laikçiler, daha ne istiyonuz? Üstelik mimarı, "Çağdaş bir yorum getiriyorum" diyor; bunu duyunca biraz moralim bozuldu. Nerede çağdaş yorumlanmış cami görsem böyle oluyorum; tansiyonum düşüyor, elim ayağım titriyor, çarpıntım tutuyor. Neyse ki mimar arkadaş, "Yurtdışında tanınmış hocalarla projeyi paylaştık, çok iyi not aldık. Proje ideolojik kavgalar arasında harcanırsa bizi üzer" diye bizi temin ediyor. Yurtdışındaki hocalara can kurban bilâder. Şunu başta söylesen olmaz mıydı?
Haberin altında bir okuyucu yorumu var; görünce gülmekten yere yuvarlandım, diyor ki bir arkadaş: "Günah şehri Beyoğlu'nun üstü kubbeyle kapatılsın, minarenin birini meydana, ötekini Galata'ya dikelim; battal boy olsun, Ay'dan da görülebilsin. Taksim'e de artık ayakkabılarımızı çıkarıp gireriz!"
Taksim'e cami yaptırmadan rahata ermeyecek bazı arkadaşların gizli ajandası artık "fâş" edildiğine göre, izninizle gerisini ben tamamlayayım: Niçin bütün Taksim Meydanı'nı bir namazgâh şekline koymayalım? Küffâra karşı püfür püfür açıkhavada çatır çatır kılacağımız namazların verdiği saadet! İlâve olarak ortadaki anıtı söküp yerine kubbeli bir şadırvan çökerttik mi ooh... Yağmurlu havalarda ise ihyâ edilecek Topçu kışlasına girer, orayı da çaktırmadan mescidleştiririz. Kekâ!
Yahu bu ajandayı kim düşürdüyse, alsın yerden götürsün sahibine versin; başka işimiz gücümüz kalmadı mı bizim?