Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

“Atatürk 100 yaşında!”

“Atatürk 100 yaşında!”

1981 yılının Ekim ayında Keşan’dan Eyüp/Rami Ortaokuluna tayinim çıkmıştı. Duvarlardaki bez ve kâğıt afişlerde tek cümle vardı İstanbul sokaklarında... “Atatürk 100 Yaşında!” 1881-1981 arası düşünülerek böyle bir slogan yapılmıştı. Sırf okullar değil bütün kurumların girişlerinde boydan boya bu afişler her tarafı kaplamıştı. Buna bir de 12 Eylül İhtilalinin üzerinden henüz bir sene geçtiğini, ihtilal şartlarının devam ettiğini düşünürseniz vahametin boyutunu idrak edersiniz. Kenan EVREN’in bakışının yettiği, sözünün ‘kanun hükmünde kararnâme’ muamelesi gördüğü günler. Üç-beş aylık evli, bir yıllık öğretmendim. İki hafta sonra ‘10 Kasım’geliyordu. Okul Müdürü 10 kasım konuşmasını benim yapmamı söyledi. Ben; Tarih, Sosyal Bilgiler veya Türkçe öğretmenlerinin daha iyi yapabileceğini Benim Matematik Öğretmeni olarak daha sonra düşünülmem gerektiğini uygun bir üslûb ile söyledim. Hemen gelen yazıyı uzatıverdi. Görev bana tevdi edilmişti. Peki dedim. Bu defa konuşma metnini istedi. Bir gün sonra yazıp verdiğimde yazıya Ulu Önder’li, Hep yanımızdasın, yaşıyorsun keşke senin yerine biz ölseydik, sen bu milletin yaratıcısısın, tek liderimiz, tek önderimizsin, vs. Cümlelerini ekleyerek yeni bir müsvedde verdi.

İrticalen konuşmayı kafama koymuştum. 10 dakikayı geçmeyecek, her türlü putlaştırmayı bulundurmayacak, ucuz kahramanlığa da, istismara da yol açmayacak bir metin hazırlayıp onun üzerinde çalışıyordum. Hanımımı karşıma alıyor, saat tutturuyor, kâğıda bakmadan konuşuyor, uzatmışsam hanımım durduruyordu. Zavallı kadıncağız (yeni evli olduğum için) kafası karışık bir deli ile evlendiğini içinden geçiriyordu belki de. Atilla İLHAN’ın daha önce okuduğum “Hangi” serisinden “Hangi Atatürk, Hangi Batı” kitaplarını tekrar gözden geçirdim. Beklenen gün gelmişti. Her zamanki gibi sirenler çalıyor, herkes nefesini tutarcasına 9.05’de saygı duruşuna geçiyordu. Sonra kürsüye geldim. Konuşmaya başladım. “Her canlının ölümlü olduğunu, dünya hayatının kim ne kadar yaşarsa yaşasın geçici olduğunu, ölümün de yok olmak manasına gelmediğini, bir başka hayata giden kapının çalınması olarak kabullenildiğini, bunun da insanı ‘ölüm gerçeği’ ile yüzleştirdiğini, Peygamberlerin bile öldüğünü, tarihi şahsiyetlerin yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla, gerisinde bıraktıkları izlerle hatırlanacağını, bu günlerin ‘matem havası’ndan çıkarılması, gazete başlıklarının normal şekilde çıkması, gerektiğini (ki o zaman bütün gazeteler simsiyah başlıklarla çıkıyor, ilk sayfa tamamen o günün matem havasını yansıtıyordu) bu günlerin bizim sorumluluklarımızın hatırlatıldığı, biz neler yaptık, neler yapamadık muhasebesinin günleri olması gerektiği, tarihi şahsiyetlerin böyle ‘matem havası’ndan hoşlanmayacakları, geride bıraktıkları eserleriyle hatırlanmasını isteyecekleri üzerine kurgulanmış, seviyeli bir konuşmaydı. Konuşma bitince alkış yasak olmasına rağmen gerek öğretmenler gerekse öğrenciler alkışlıyor, susturma işaretleri kâr etmiyordu. Sonra âdeta tebrik kuyruğu oluştu.

Müdür de dahil. Düşününüz 30 küsur sene önceki sağ-sol kutuplaşmalarının olduğu, öğretmenlerin kerhen bir ‘merhaba’ dedikleri, 10 Kasım’ın ruhuna uygun olmayan bir konuşma hepimizi bir araya getiriyordu. Hakikaten şaşırmıştım. Demek ki şuur altında, insanımıza zorla kabul ettirilmeye çalışılan törenler de bile şuuraltı patlayabiliyordu.

Bu hatıram, Millî Eğitim Bakanımızın son Millî Güvenlik Dersi’nin kaldırılması, 19 Mayıs törenlerine sınır getirilmesi gibi alınan kararlar üzerine canlandı. Mukaddesi verilmeyen toplumlarda sun’î mukaddesler yerleşir. Sadece paganizme, pagan kültürüne bakmanız bizdeki uygulamalarla irtibat kurmanız, fikir yürütmeniz için yeterli zannediyorum.

Henüz normalleşemediğimiz için bazı şeyleri konuşamıyoruz bile. Malûm jakoben tavır, ‘Beyaz Türkler’in konumlarını kaybetme telaşı, ‘kast sistemi’nde yaşamaları, fildişi kuledeki bohem hayatları, ne Türkiye’nin ne de dünyanın gidişatını anlayacak durumda olmadıklarını gösteriyor. Biraz o dünyadan kafasını çıkarıp liberal takılma adına özgürlüklerden bahseden, muhafazakâr gazetelerde yer tutanlar da sadece kendi açılarından olayları değerlendirdikleri için zulümde nöbetleşiyorlar. Dayatmaların, zulüm ve işkencelerin fayda vermediğini idrak edemiyorlar. Yoksa onlar bilmiyorlar mı, senelerce kutlanan 19 mayıs gösterilerine halkın ‘baldır-bacak’ bayramı dediklerini. 23 Nisan gösterilerinin maddi imkanı olanlar için bir sevinç, olmayan aileler için nasıl sıkıntılar çektiklerini, çocuklarının arkadaşlarının yanında mahcub olmasınlar diye nelere katlandıklarını bilmeyen mi var? O nisan yağmurlarında ıslattığımız, üşüttüğümüz çocukları, 19 Mayıs’larda törene katılmamak için uydurma rapor peşinde koşan yavrularımızın yaşadıklarının hesabını kim verecek?

Hâlâ devam eden 9.05’de durdurulan, arabalardan indirilen, saygı duruşuna geçirilen insanımıza yazık etmiyor muyuz? İnanın ideolojik olarak bakmıyor, sadece insanımızın sürü muamelesi görmesine en küçük bir tepkiyi bile rejim meselesi haline getirilmesine üzülüyorum.

Makul, mutedil, insaf ve anlayış içerisinde normalleşmeye, meselelerimizi objektif, ilmî ölçülerle tartışmaya, konuşmaya, samimiyetle dertleşmeye o kadar ihtiyacımız var ki? Kırmadan dökmeden, itham, iftira ve süizandan uzak birbirimize tahammül göstererek konuşabilsek. Birbirimizi sevmemiz, saymamız gerekirken, bunu yapmasak bile “saygısızlık etmeme” gibi bir hâl vicdanımızda mâkes bulamaz mı? Her sorunumuzu dile getirebiliriz medeni insanlar gibi. Görüşüp konuşabilir, bir orta yol bulabiliriz. Meselâ resmî tarihin dışında tavsiye edeceğimiz (ifrat ve tefride düşmeyen) kaç kitap var? Samimi olalım. Hangi Kurum Müdürü heykelin karşısında selam seranomisinde özgür iradesiyle bulunmak ister. Çelenk koyma törenine katılır. Hele rüzgârlı bir havada ise düşen çelenkler kaldırılır, düzeltilip tekrar heykelin önüne konur, tekrar bir rüzgâr tekrar aynı telaş, traji-komik görüntüler... Hangi Kaymakam, Vali, Komutan bu gülünç durumu istekleriyle kabullenebilirler. (İnanın katıldığım böyle rüzgârlı törenlerde, o zevatın bu hallere düşmemesi için ‘rüzgâr çıkmasın’ diye dua ederdim.) Anıtkabir ayrı bir bahistir.

Tartışırken, meselelerimizi müzakere ederken ne zaman iki taraflı düşünüp empati yaparak hakkaniyet ölçüsüyle değerlendireceğiz? Meselâ gazetecilik kimliklerinden dolayı yargılanmadıkları halde bu zevata sahip çıktığınız kadar Vakit Gazetesi’nin 312 Generaller Dâvâsında kalem oynatmamanızın bir izahı var mı? Sivas olaylarını, ‘Madımak Oteli’nde hunharca yakılan insanların acısını paylaşırken ne olur Başbağlar’da hem de çoluk, çocuk, genç yaşlı demeden, kimisi camiide ibadet halinde iken yakılan o insanların acısı acı değil mi? Hiç ama hiç vicdanınız sızlamıyor mu? 1915'i Ermeni tehcirini hep gündemede tutup yazarken ne komitacılar var gündeminizde ne ASALA katilleri! Kaleminiz bir kerecik olsun yazdı mı, Taşnak ve Hınçak'ın camilere doldurup diri diri yaktığı Müslümanları... Ya Balkanlar'dan kafile kafile göçü... Milyonlarca insanın katledilişini, hamile kadınların karınlarının deşilmesini, çocuklar üzerinde atış talimi yapılmasını, yollarda o yaşlı beli bükülmüş hanımların, aksakallı ihtiyarların can verişini.

Edirne Sarayiçi'nde Bulgar komitacılarından kaçarken kuşatılan ve ağaç köklerini kemire kemire can veren Balkanlı Osmanlı çocuklarını. Hiç olmazsa Mehmed ARİF’in ‘Başımıza Gelenler’de veya ‘Zağra Müftüsünün Hatıraları’ndan (hafızanızı tazelemek bakımından) okuyamaz mısınız? Tehcirde Ermeni acılarını yazdınız. Hepiniz Ermeni oldunuz, Hepiniz Hrant DİNK oldunuz. Ne olursanız olun da bir de Kars, Ardahan, Artvin'de, Van'da, Ruslar'la işbirliği içinde, Maraş'ta, Antep'te, Urfa'da, Adana'da Fransızlar'la işbirliği içinde işlenen cinayetleri yazamaz mısınız? Bu topraklarda yaşayanlar olarak her türlü nimete gark olmuş iken neden yüreğinizde bu topraklarda can veren çocuklar için hiçbir kıpırdanma yok? Irkçılığa karşı duruş sergilerken “Millîlik”ten rahatsız olmasanız, koskoca bir Milletin adı olan ‘Türk Milleti’adını etnik kökene indirgemeseniz ne olur?

Bu milletin değerlerine aidiyet duygusu taşımıyorsanız bile saygı duysanız. ‘Ezansız Semtler’de yetişmiş olabilirsiniz, Yahya KEMAL’e de mi kulak verip ‘Aziz İstanbul’u, Ahmet Hamdi TANPINAR’ın ‘Beş Şehri’ni Ahmet HAŞİM’İN hiç olmazsa ‘Müslüman Saati’ yazısını okuyamaz mısınız? Sizi vicdana, insafa, âdalete, her türlü zulme karşı olmaya dâvet ederken çok mu şey istiyorum? Ezberlediğiniz ve ezberlettiğiniz sloganları bırakmadan da bunları (belki) yapabilirsiniz! Denemeye değmez mi?

Ha sahi ‘Atatürk 100 yaşında!’yı hatırlayan var mı? Yoksa hâlâ bazıları afiş siparişi vermeye mi gidiyor?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yaşar Değirmenci Arşivi