O kafataslarının hatırlattığı

O kafataslarının hatırlattığı

Diyarbakır'da Suriçi'ndeki tarihî İçkale'de yapılan kazılar esnasında tesadüfen bulunan 38 civarında kafatası, eğer sütun komşum Hüseyin Gülerce'nin işaret ettiği ihtimâl üzre Asurîlere ait değilse şu mânâya geldiğini ileri sürebiliriz; o çukurdaki kemikler, en azından bazı devlet uzuvlarının düşünme ve problem çözme alışkanlıklarından artakalan izlerdir.


"Aa, devlet cinayet işler mi?" diye hayretlere düşen arkadaşlara sakin olmalarını tavsiye ediyorum, izah edeceğim.

Devlet kelimesi, Türkçe'de son derece müsbet ve müteâl bir muhtevaya sahip; bu güllü-çiçekli, kenar süslü muhteva, Hanefî-Sünnî telakkînin t'aziz ettiği, kokulu sabunlarla yıkayıp her Müslüman'ı itaate zorladığı bir tarih hâtırasına işaret ediyor; Türklerin şöyle böyle bin senelik İslâm kıdemlerinin yarıdan çoğu, devlete Halife-i Müslimîn'in başkanlık ettiği bir rejim içinde geçti. Devlet başkanı halife olunca bütün cihaz kudsiyetle tütsüleniyor gibiydi âdeta! Bu telakkiyi muhafazakâr-milliyetçi popüler tarihçilik iyice pekiştirmiştir. O yüzden devlet denilince Anadolu'da iki kişiden en az birisi ceketinin düğmelerini ilikler, ötekinin dilinden ister istemez, "Allah zeval vermesin" temennîsi dökülür.

Yer dar, sıkıştırılmış ifâdeye mecburum: Bu devlet, o devlet değildir. Esasen "O devlet", yani halifelerin yönettiği, Şeyhüslislamların siyânet ettiği o müteâl ve mübârek devletin dahi esasen bir kul yapısı, büyüteçle tedkik edildiğinde esasen bir cebir mekanizması olduğu mâlumdur. Devlet ceberrut bir yapılanmadır. Güç kullanma, daha doğrusu zorbalık etme tekelini uhdesinde tuttuğu ve keyfî izlenim vermediği sürece meşrûluğunu pekiştirir, saygı görür. Devletin nüvesinde işte bu nükte var: Kendisinden başka kimsenin şiddet kullanmasına, zorbalık yapmasına, haraç toplamasına, kural koymasına müsaade etmeyen otorite, koyduğu kurala itaat ederse meşrû kamu idaresi olur. Buna kanun devleti diyorlar, ki ehven-i şerdir. Devletin en katlanılır şekli, "Hukuk Devleti"dir, yani yapılan kanunların adâlet ve hakkaniyete, insan hakları esasına, hürriyete dayandığı ve öyle yürütüldüğü devlet.

Mübeccel tarihimizde o çukurda bulunan kemiklerin, başkaca nümûneleri hiç de görülmemiş şeyler değildir ve o dönemin siyasi hukuku (!) çerçevesinde yöneticilerin problem çözme yaklaşımını bize anlatır. Osmanlı vakanüvislerinin eserlerinde cenaze namazı bile kılınmadan parçalattırıp çöpe, denize atılan veya sağda solda teşhir edilen "Suçlu"lardan bolca bahsedildiğini erbâbı bilir. İftihar tabloları yanında, sui misâlleri görmezden mi gelelim? Hikmet-i hükûmet anlayışından yola çıkan devlet anlayışını, bugün hukuk devletine dönüştürebilmek çabasının altını önemle çizelim. Resmî tarihlerimiz (Osmanlı tarihleri de dahil) birer hikmet-i hükûmet (Yani, "Durun bakalım, vardır devletimizin bir bildiği" anlayışı!) tarihidir ve devlet merkezli yaklaşımla kaleme alınmışlardır. Hanedan ve millet olgularını anafikir edinen tarihçiliğin, başka türlü semere vermesi mümkün değildi. Peki, başka türlü tarihçilik mümkün müdür; yani bir nevi yönetilen güçsüzlerin tarihi?

Hikmet-i hükûmetçi yaklaşımın, hukuk devletine evrilmesi kolay iş değil. Güçlüye gücünü hukuk dairesinde kullanmaya razı etmek zor. Bu yüzden demokrasi, zayıf ve güçsüz sınıfların doktriner talebi olageldi. Güçlülerin doktriner ifadelere ihtiyacı yoktur. Güç, tabii dili ile konuşur zaten. Bu basit gerçeği çetrefilleştiren espri işte burada: Zayıfken güçlülerden talep ettiğimiz şeyleri, gücü kontrol etmeye başladığımızda önemsiz ve pekâlâ ihmâl edilebilir teferruat gibi görmeye başlarız. "Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar" sözü, bu nükteden doğuyor.

Çelişkiyi kırmak nazariyatta dünyanın en kolay şeyi: İyi ve doğru hedeflere, iyi ve doğru araçlarla vâsıl olmak lâzım. Usûl, işte bunun için esastan daha önemli sayılıyor ve bu ölçü evrensel doğrudur.

Usûle ihtimâm edelim; yarın rûz-ı mahşerde esasda değil, usûlden hesaba çekileceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi