Tarih değil, film
Bazı “sanatçı” dostlarımın hoşuna gitmeyeceğini bile bile, “Sanat”ın “amaç” değil, “araç” olduğunu söyleyeceğim: Gerçeğe ve insana hizmetin aracıdır sanat...
İlle de manevi bir çerçeve çizmek gerekirse, “Sanat, Sanii Zülcelâle ulaşmanın binlerce yolundan biridir” denilebilir. Bu yönüyle “erdem”dir, “muhterem”dir, hatta “elzem”dir...
Ve salt bu yönüyle “muazzez”dir, “müberra”dır, “mücellâ”dır, “muallâ”dır. Güzelliği Güzeller Güzelinden aldığı ilhamla özdeştir. Bu anlamıyla “mübarek”tir.
Bu gerçek ötesi gerçeğe, insana ve hayata hizmet etmeyen hiçbir sanat “sanat” değildir, fuzuliyattır: Biraz eğlendirir, biraz güldürür, biraz ağlatır, belki biraz da düşündürür, ama genel olarak vakit kaybettirir...
Hayata da sanata da ben bu nazarla bakıyorum. Bu nazarla baktığım için de “sanat eseri”nin görsel başarıları, efektleri, ışık oyunları, masrafları, müziği beni ilgilendirmiyor.
İlgilendiğim tek konu “hayra” mı, yoksa “şerre” mi hizmet ettiği...
Bazılarına yanlış gelebilir, ama ben “Fetih 1453”ü bu açıdan izledim. Biraz tolerans göstererek diyebilirim ki, film “şerre” hizmet etmiyor. “Konstantiniye’nin fethedileceği”ne ilişkin hadis-i şerifi hareket noktası yapması gerçekçi: Zaten tüm Osmanlı Devleti bu zeminde oluşmuş. Yani bir hadisi hayata geçirmek, Peygamber müjdesine ulaşmak ve övgüsüne mazhar olmak için kurulmuş. Bu kadarı bile şimdiyle kadar sanat eserlerine hiç yansıtılmamış bir olgu. Feth-i Mübin ya maddi mülâhazalarla kirletilmiş ya da siyasi sebeplerle izah edilmek istenmiş. Tabiatıyla yapılanlar ve yazılanlar (çizilenlerle birlikte) manevi zeminine oturmamış, dolayısıyla da kalıcı olamamış. Hiçbiri “saman alevi” etkisi dışında bir etki bırakmamışlar.
“Fetih 1453” bu açıdan bir ilk. Lakin filmi “geniş kitlelere” seyrettirme endişesi, senaristi ve yönetmeni yer yer tarihi olguların dışında bazı arayışlara sürüklemiş ki, bunları görmezden gelmek kabil değil.
Ulubatlı Hasan’ın yaşayıp yaşamadığı bile tartışmalıyken, film Ulubatlı eksenine oturtulmuş. “İlginç” olması için de top dökümcüsü Macar Asıllı Urban Usta’nın (ki onun da varlığı tarihsel açıdan tartışmalıdır) evlatlığıyla gayr-i meşru ilişkiye sokulmuş. Bu durum bir sinema eserinde ilgi çekebilir, ancak tarihi doğrularla hiçbir ilgisi yoktur. Ulubatlı’nın, Fatih’in “kılıç hocası” olduğu da hayal mahsulüdür. Fatih’in İmparator’la karşılaşıp kapı aralığı sohbeti yapması da öyle: Buralarda sözün tam manasıyla “safiye kafiyeye feda” edilmiştir. Özellikle Ulubatlı Hasan’a iftira atılmasıyla “gönüllü şehit” imajının yerle bir edilmesi kabul edilemez bir gaftır. Ulubatlı filmin öznesini teşkil ettiği için de tüm film sakatlanmıştır.
“İlginç”lik arayışı bunlarla da sınırlı değil: Bazı sahnelerin meşhur “Ben-Hur” filminden, bazılarının Selahaddin Eyyübi’nin hayatını anlatan “Cennetin Kralı” ve yakın zamanlarda ortalığı kasıp kavuran efektleriyle “Yüzüklerin Efendisi”nden kopyalandığı izlenimi edindim. Aklımda kaldığı kadarıyla Fatih’in Osman Gazi’yi gördüğü rüya sahnesi, aynen “Yüzüklerin Efendisi”nde de var.
Öte yandan filmi yapanlar sanırım ne eski tarihlerimize, ne de Bizans kaynaklarına baktılar. Baksalardı hiçbir yerli kaynağın Bizans’ı küçümsemediğine şahit olurlardı. Oysa filmde Bizans İmparatoru (ki, aslında “Doğu Roma İmparatoru” yahut “Kayzer” olarak anılmalıydı) “ürkek”, “korkak” ve “pısırık”, Bizanslı yöneticilerse “hain” “çıkarcı”, “ahlâksız” olarak görülüyor. Bu son derece “bilinçsiz” ve “bilgisiz” bir yaklaşımdır. Doğu Roma savunucularından önce fethin büyüklüğüne zarar verir.
Çandarlı Halil Paşa’yı “netameli bir kişilik” gibi sunmak da külliyen yanlıştır. O son derece büyük bir Osmanlı Sadrazamıdır. Yıllar içinde en küçük bir firesi-defosu görülseydi, Sultan II. Murad, değil bu kadar uzun bir süre, hatta bir an bile sadarette tutmazdı. Ona o kadar güvenmiştir ki, ölürken oğluna (II. Mehmed’e) göz-kulak olmasını vasiyet etmiştir. Çandarlı’nın aşırı temkinli hali, genç padişahla devletini koruma endişesi olarak izah edilmelidir.
Öte yandan sıradan bir şehzadeden “Fatih” çıkaran hocalarının yok sayılması (figüran muamelesi yapıldı) çok büyük eksikliktir. Filmi belli bir süre içinde bitirme endişesi böyle bir mecburiyet doğurmuş olabilir, bunu anlarım, ancak Ulubatlı’yı gereksiz sahnelerle uzatmak yerine hocalarına genişçe değinilseydi, film tarihsel zeminine daha sağlam otururdu.
Fatih’le Ak Şemseddin arasındaki baba-oğul münasebeti (zira Hoca talebesinden 42 yaş büyüktür) mutlaka vurgulanmalıydı. Zira Fatih, İstanbul fethiyle değil Ak Şemseddin’in varlığıyla övünmüştür (Bak: Yavuz Bahadıroğlu, Fatih Sultan Mehmed, Nesil Yayınları, 0212 551 32 25).
Böylece ilim adamlarının şahsında ilme verdiği değer de vurgulanmış olurdu. Kendisi de bir “âlim” olan Fatih’in en öne çıkan vasfı ilme ve âlime verdiği değerdir.
Son söz: “Fetih 1453”, tarih olarak değil, ama film olarak izlenmeye değer.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.