Müslümanların sorumluluğu ve düşündürdükleri
İbn Ömer (ra.) Rasulullah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) çobandır ve sürüsünden (yönettiği halkından) sorumludur. Kadın kocasının evinin ve çocuklarının çobanıdır ve sürüsünden (ailenin diğer fertlerinden) sorumludur. Hizmetçiler ve köleler de efendilerinin mallarının çobanıdır ve sürüsünden (idaresine verilen şeylerden) sorumludur. Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden (idareniz altındakilerden mesulsünüz.”
İslam nazarında iyi olanı gerçekleştirmek, kötü olanı asgari seviyeye indirmek, Müslümanlığın icaplarından ve en önemli hususlarından biridir. Her Müslüman bilgisi ve kapasitesi nisbetinde bu vazifeyi üslenmesi gerekmektedir. Müslümanlar bu görevi yüklenmekle sadece kendilerinden değil, kendi dışındakilerden de mesul olduğunu göstermektedir. Takva sahibi olmak da, Allah’a karşı sorumluluk bilincidir. Allah’a daha yakın olmaktır. Allah’a yakınlığı ancak Allah bilir ve Allah ölçer. Kılık kıyafetiyle, zikri ve tarikatıyla, camiye gidiş sıklığı ile kendini “daha muttaki” kabul etmek vebaldir. Naklettiğimiz hadis-i şerif de Peygamberimiz, mesuliyetin herkesçe paylaşılmasının ve her kesime yaygınlaştırılmasının esas olduğunu beyan buyurmuşlardır. Sorumluluğun en büyüğünün devlet başkanlarına (yöneticilerine) daha sonra sırasıyla toplumun çekirdeğini oluşturan aile reislerine ve aile içindeki bütün fertlere şamil olduğunu bizlere göstermişlerdir.
Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tevbe etme ihtiyacı duyar. “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma ve bize katından bir rahmet bahşet. Çünkü yalnızca Sensin hiç karşılıksız sınırsızca lütfeden.” (3 Âli İmran 8) Bu âyet bizi hep dikkate, teyakkuz halinde tutmaya çalışmıyor mu? Peygamberimizin de ‘Ya mukallibel kulûb sebbit kalbî ala dînik.” (Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit ve dâim kıl.) duaları bizler içinde birer ikaz ve muhtemel ‘kalp kaymaları’na karşı hassas olmamıza dikkat çekmiyor mu? Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşımamız gerekmez mi? Başkalarından önce kendimize çekidüzen vermemiz, kendi hatalarımızı düşünerek başkalarının hata ve kusurlarını sayıp dökmeye fırsat bulamamalıyız. Kendi ayıplarımızı bilmenin mahcubiyetiyle başkalarını kınamaya yüzümüz olmaz/olmamalı. Bir talibin,‘Benim kusurumu söyleyin ben de düzelteyim’ talebine Hasan Harkani Hazretlerinin ‘Evladım, buradakiler kendi kusur ve günahlarını düşünmekten başkalarının kusur ve günahını göremezler’ hitabı ne kadar güzeldir? Daha az günahkâr olan daha çok günahkâr olana düşman olmaz. Aksine o günaha kendisinin de sapabileceğini hatırlar, günahtan korkar, günahkâra acır. Bu durumda kendisinin sorumluluğu olup olmadığının da muhasebesini yapar. Günahkârın günahına bakıp kendisini temize çıkarmaya kalkmaz. Kendini günahtan uzak tuttuğu için gururlanmak yerine sadece Rabbine şükreder. Sorumluluğu idrak babında; Kur’ân insana “sadece îman ettik demekle Cennet’e girivereceğinizi mi sandınız?” diye sorar.
“Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” doğru bildiğimizi başkalarına emretmek, yanlış bildiğimizi başkalarına yasaklamak değildir. Bildiğimiz doğru ve yanlışlar önce kendi yakamıza yapışmamızı gerektirir. “Ben ne kadar doğruyu yaşıyorum?” diye kendimizi sorgulatır. Başkalarına doğruyu “emretme”nin en doğru, en sahici ve en etkili yolu, kendine doğruyu emretmek, kendi nefsinde doğruyu yaşamaktır. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” başkalarının polisi, hafiyesi yapmaz bizi. Başkalarını uyarırken, kendi kıyafetine, kendi anlayışına, kendi grubuna, kendinden yana olmaya çağırmaz insanı, Rabbine çağırır. Çok iyi bilmeliyiz ki Rabbi ücret istemeyenlere tâbi olmaya çağırır insanları. Peşinden gidilecek insanlarda bilhassa iki hususu öne çıkarır: Kendisi doğru yolda (hidayet üzere) olma ve yaptığı hizmeti menfaat için yapmama. Nitekim Kuran-ı Kerim’de “Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun! (Onlara tâbi olun)” (36 Yâsin 21) buyurulmaktadır.
Peygamberimiz bile “Sana hakkıyla şükredemedik…” diyerek Hakkın hakkını veremediğini belirtir. Öyleyse, kendini doğuştan “Müslüman” bilen bizlerin Müslümanlığımıza bir mirasmış gibi yaslanıp “başkaları”na üstünlük taslama hakkımız var mı, olabilir mi? “Allah indinde din İslam’dır” mealindeki âyete “Allah indinde ben ne kadar Müslümanım?” diye kendimizi hesaba çekecek bir sorumluluk idrakine sahip olmamız gerekmez mi?
İslam, kimin elinde olursa olsun doğru ve güzel olana taraftar olma duyarlılığıdır. Çirkin ve batıl söz, hocamızın dudağında da olsa, zulüm ve aşağılama kardeşimizin elinden de gelse, karşısındayız, “münker”imizdir, bize ait değildir.
Dindarlığı, "müminin din bilgisi, iman ve amel bakımından durumu" olarak tarif edersek (ki, yakîn, ihsan, ihlas, takva... buraya dahildir) günümüz dindarlığı; içinde bulunduğumuz şartlarda azalarak geçmişe göre fark oluşmuştur. Ancak bu farklı hal (niyet ve gayretle değerlendirildiğinde, kınayanların kınamasından korkulmadığında) mükâfat sebebi olmuştur. Peygamber Efendimiz, iki hususa önem vererek işaret etmiştir: Birinci husus, her hal ve şarta rağmen İslamı yaşamaya çalışmak. İkinci husus, şartların baskısı altında eksilerek de olsa devam eden dindarlığın değerinin uygun şartlarda olandan daha değerli olduğu gerçeği.
İnsanların çoğunun ‘üsveyi hasene’ güzel örnek tablosu ile ilgilerini kestikleri bir zamanda onu örnek alarak yaşamaya çalışanlara "Allah'ın yüz şehid ecri vereceği" müjdesi; zor zamanda dinimizi yaşamanın mükâfatının ne kadar büyük olacağını da ortaya koymuştur.
Olumsuz şartlar içinde kusurlu da olsa dindarlığın değeri konusunda Peygamberimiz, "Şimdi siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, bu zamanda emirlerin onda birini terk eden helak olur, sonra öyle bir zaman gelecek ki, emirlerin onda birini yerine getiren kurtulacak." buyurur.
Ashabdan Ebu Sa'lebe anlatıyor: Hz. Peygamber'den şu ayeti açıklamasını istedim:
"Ey iman edenler, siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremez..." (Maide: 5/105). Şöyle buyurdular: “İyi olanı emretmeye, kötü olanı yasaklamaya devam edin, bir gün gelip insanlara cimriliğin ve nefsani arzuların hakim olduğunu, dünyanın tercih edildiğini, herkesin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünüzde başkalarına aldırmadan kendinize dönüp bakın! Çünkü sizden sonra sabır günleri gelecek ve o günlerde olup bitenlere sabretmek (kötüye uymamak için direnmek) insanın avucunda ateş tutması gibi zor olacaktır. O zaman dindar olan (dini, hayatına uygulayan) kimse, sizden onun gibi amel eden elli kişinin ecrini alacaktır..." Hadislerin ışığında değerlendirildiğinde dindarlığın azaldığı, ahlâki değerlerin aşındığı, toplumun dünyevîleştiği, eğitim çevresinin bozulduğu zamanlarda ‘dindar olma’ gayret, azim, sebat ve istikameti üzere olmak bizi, Rabbimizin yanında daha değerli kılıyor. Yine böyle bir devirde ibadetler, dindarca davranışlar az dahi olsa, çoğun yerini tutuyor.
Bilge
Bilgeye sormuşlar dünyada en güzel şey nedir?
- Sevmek...
Peki sonra?
- Sevilmek...
"Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor?" demişler...
Cevap vermiş:
- İnsan sevdiğine, sevildiğinden daha çok emindir...
Bilgeye sormuşlar: - Bir insanın zekâsını nereden anlarsınız?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa?
- O kadar akıllı insan yoktur ki!..
Bilgeye "Nasıl insan oluruz?" diye sormuşlar.
- Üç adımda... Birinci adım, sana kötülük yapanlar hakkında kötülük düşünmeyeceksin. İkinci adım, kötülük yapanlara iyilik yapacaksın ve nihayet üçüncü adım: Sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark gözetmeyecek hale geldiysen, gerçekten kâmil insan olursun.
EDEB
Kubâs bin Üşeym (r.a) anlatıyor:
“–Ben ve Hazret-i Peygamber (sav) Fil Senesi’nde doğduk.” der.
Osman bin Affân (r.a) ona:
“–Sen mi daha büyüksün, yoksa Peygamber Efendimiz (sav) mi?” diye sorar. O mübârek sahâbî, şu edep numûnesi karşılığı verir:
“–Peygamber (sav) benden çok çok ve târife sığmaz derecede büyüktür. Doğumda ise ben O’ndan yaşlıyım (eskiyim)...”
TASAVVUF
Nakledildiğine göre Cafer-i Sâdık Hazretleri bir müddet halvete çekilmişti. Süfyân-ı Sevrî evine geldi ve:
“Halk nefeslerdeki (feyz ve) faydalardan mahrum kaldı, niçin inzivaya çekildin?” diye sordu.
Cafer-i Sâdık Hazretleri: “Zaman bozuldu ve dostlar değişti” sözünün anlamı şimdi ortaya çıktı,” dedi ve şu iki beyiti okudu:
Geçen gün gibi vefa geçip gitti,
Halkın kimi hayal, kimi ümit peşinde.
Görünüşte dostluğu ve vefayı aralarında yayıyorlar
Ama kalpleri akreplerle dolu!
Şiir Defterimden
ÇİLEKEŞ ANADOLU’M
Anadolu’nun çilekeşleri denildiğinde,
... Gözümün önüne nice nice kadınlar gelir.
Herkes uykudayken seher vaktinde,
Çalışan binlerce binlerce kadınlar gelir.
Masum gözlerine saklamıştır umutlarını,
Çalışma üzerine kurmuşlardır bağıtlarını,
İçlerine akıtmışlardır, acılarını-ağıtlarını,
Gözyaşı döken çile çile kadınlar gelir.
Toza-toprağa karışır, karnında bebek,
Kan-ter içinde çalışır, sırtında bebek,
Tatlı hayâller kurar, aklında bebek,
Bir köşede gölge gölge kadınlar gelir.
Zor günlerin kahramanıdır onlar,
Gözbebeğimiz Vatanın şanıdır onlar,
Sırtında mermi taşıyan Nene Hatunlar,
Aklıma cephe cephe kadınlar gelir.
Türk kadının yeri eşinin hep yanıbaşı,
İyi günde-kötü günde hayat arkadaşı,
Tütecek ocağı, helâlinden pişecek aşı,
Maziden atiye töre töre kadınlar gelir.
Ah! Çilekeş Anadolu’m, ah nice acılarım,
Ah! Dert ve tasa içindeki nice bacılarım,
Artıkça artar dertlerim ve bu sancılarım,
Dualarıma hece hece kadınlar gelir.
Ahmet SANDAL
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.