Aslı Bırakıp Teferruatla Uğraşmak
Belli çevrelerce zaman zaman gündeme getirilen klasik sorulardandır:
“Allah, Kur’an’ı niçin Arapça gönderdi? Ve neden Peygamberini Araplardan seçti?”
Aslında cevabı bellidir, ama maksat cevap aramak değil, kafa karıştırmaktır.
Hedef, İlahi mesajın asıl gayesini kamufle etmektir ki, insanlar teferruatla meşgul olsunlar!
Oysa, önemli olan mesajın ne olduğudur! Ve tabii ki, o mesajı ulaştıranın hangi kavimden olduğu değil, onun hangi mesajı ulaştırdığıdır mühim olan!…
***
Kur’an’ın indirildiği dönemdeki toplum, Arap dilini konuşmaktadır. Elbette, Kur’an-ı Kerim’in dili de o toplumun konuştuğu Arapça olacaktır. Aksi halde nasıl anlasınlar? Allah Teâlâ, o dönemde mesela Türklerden birini peygamber olarak seçip gönderseydi, Kur’an’ın dili de pek tabii ki Türkçe olacaktı!
Kur’an Türkçe gönderilseydi eğer, nasıl ki Arap, Fars, Rum… vs. ırk veya kavimler “bu bizim dilimizle gelmedi, peygamberi de bizim ırktan değil, dolayısıyla bizi ilgilendirmez” deme hakkına sahip değillerse, Arapça gönderildi diye de, Türk, Kürt, Fars, Fransız, Rum…vs. kavimler de aynı hakka sahip değiller.
Allah’ın gönderdiği mesajlar, herkesi bağlar. Bu mesajların insanlara ulaştırılma yolu da budur. Bu İlahi bir yasadır. Nitekim, yüce Allah bu yasasını şu ayetiyle bize bildiriyor:
“Allah'ın emirlerini onlara iyice açıklasın diye, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık bundan sonra, Allah, sapmayı dileyeni sapıklık içerisinde bırakır, doğru yolu tutmayı dileyeni de doğru yola yöneltir. O güçlüdür, O'nun gücüne hiçbir güç ulaşamaz, yine O yaptığı her şeyi, yerli yerince yapar.”(İbrahim,4)
***
Şüphesiz ki, insanlar; teferruatla uğraşmayı bırakıp ilahi mesajın içeriğiyle ilgilenmelidir. Gönderilen peygamberlerin görevi de, bu ilahi mesajları açıklamaktır. Peygamberlerin işaret parmağı ile gösterdikleri hedefe bakmak yerine sadece işaret parmaklarına bakmak, kişiyi ilahi hedefe ulaştırmaz!
Ama, bizler nedense Peygamberlerin sadece fizikî şekline ve şemâiline takılıp kalıyor, organik yapıları üzerine zihnimizi yoruyor, hatta bedeni özelliklerini yazılı belgelere dönüştürüp süslü levhalar halinde duvarlara asarak bununla teberrük beklentisine giriyoruz. Sahabede ve Ehl-i Sünnet ulemasında görülmeyen böyle bid’at uygulamalarla da güya dindarlığımızı ispat etmeye çalışıyoruz!
Aslolan, Peygamberi kavliyle, fiiliyle ve takririyle tanımaktır. Sünnet budur. Yukarıdaki ayette de açıkça belirtildiği gibi, Peygamber Allah’ın emirlerini açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu emre muhatap olanların, sünnetle açıklanan bu emirlerin neler olduğuna bakmaları, bunlar üzerinde düşünüp gereklerini yerine getirmenin yollarını aramaları beklenir.
Bu arayış, “doğru yol” arayışıdır. Allah Teâlâ da, bu samimi arayışı sebebiyle o insana hidayetini nasip edecektir. Çünkü, yukarıdaki ayet metninde geçen “yeşa=dilemek” fiili iki özneyi de görmektedir. Bu sebeple, “Allah dilediğini hidayete eriştirir” cümlesi doğru olduğu gibi, “Allah dileyeni hidayete eriştirir” cümlesi de doğrudur. Çünkü, Allah zaten doğru yolu dilemekte, hidayeti istemektedir. İnsanın da dilemesi, istemesi halinde Allah onu nasip eder, içten istemezlerse nasip etmez. (Bkz.Tevbe,80; Ra’d,27; Bakara,26; Yunus,25; Mümin,13 vb.)
***
“Kur’an Arapça’dır, bu sebeple biz onu anlayamayız” sözü mazeret değildir. Sadece Müslümanlar değil, tüm insanlık alemi Kur’an’ın muhatabı olarak bu İlahi Kelamı anlamak ve bununla hidayeti bulmak zorundadır.
Bunu talep edenlere yüce Allah hidayet vereceğini va’d etmiştir. Allah, va’dinden dönmez. Hidayeti/doğru yolu bulamayanlar; bunu istemediklerinden, samimi gayret göstermediklerinden, teferruatla uğraşıp aslı bıraktıklarından bulamazlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.