Umre izlenimleri... Anlatmak yetmez, yaşamak gerekir
Türkiye’ye döndük ama; dün de dediğim gibi, aklımız, fikrimiz ve ruhumuz kutsal topraklarda tutuklu kaldı... Hâlâ oradayız... Namaza durduğumuzda hâlâ “Altınoluk” geliyor gözlerimizin önüne..
ALTINOLUK’UN HİKÂYESİ
Bilirsiniz, “Altınoluk”un ilginç bir hikâyesi vardır...
Kâbe damında biriken suları Hicr’e akıtmak için kullanılan bir oluktur... Farsça Mizab-ür Rahme denir. Rahmet oluğu demektir...
İlk defa Miladi 605 yılında Efendimiz, 35 yaşlarında iken Kureyşliler tarafından yapılan tamir esnasında konmuştur.
Daha önceleri Kabe’nin üstü açık idi, çatısı yoktu...
Emevi Halifesi Abdül Melik’in emri ile Miladi 710 yıllarında altınla kapatıldı. Altın oluk diye anılması bundan sonradır.
1553 yılında Kanuni Sultan Süleyman gümüş levha ile kaplı bir oluk gönderdi. Eskisi de muhafaza için İstanbul’a getirildi.
1612 yılında Sultan I. Ahmet, gümüş üzerine altın kaplı bir olukla değiştirdi.
1857 yılında Sultan Abdülmecid Han, altın oluğu yenilemişti.
Altınoluk, Kabe’nin en çok önem atfedilen yeridir. Kıble Kudüs’ten Kâbe yönüne değiştirildiğinde Mescid-i Nebevi’nin kıblesi tam Altınoluk’un bulunduğu tarafa isabet etmişti. Böylece Efendimiz Medine’de iken hep bu tarafa namaz kılmış, Mekke’ye geldiğinde ise Makam-ı İbrahim’in bulunduğu taraftan Kâbe’ye yönelmeyi tercih etmiştir.
“Altınoluk”un bir başka özelliği de, “Türkiye’nin kıblesi”nin “Altınoluk”un bulunduğu yöne denk gelmesidir...
HZ. HACER VE KADINLAR
Mescid-i Haram’da, üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta da şudur:
Hani, “İslâm” ve “Müslüman” denilince, “kadına değer verilmediği” iddia edilir ya; bu, “külliyen yalan”dır!..
Çünkü, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV), öyle bir dönemde yaşamıştır ki; o dönemde doğan “kız çocukları”nın hemen hepsi, “diri diri toprağa gömülüyor”du!..
Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed, işte buna son vermiş ve “kız çocukları”nın diri diri toprağa gömülmesi geleneğini ortadan kaldırmıştır.
Hele söyleyin;
Böyle bir din, böyle bir Peygamber; hiç “kadın”ı yok sayabilir mi?.. Hele de; “Cennet, anaların ayaklarının altındadır” diyorsa...
Gelelim, “say” meselesine...
Malûm; ister “Hac”ca, ister “Umre”ye giden her Müslüman, Beytullah’ın etrafında “tavaf” yapmak, hemen ardından da Safa ve Merve tepeleri arasında “say” yapmak zorundadır.
“Say” yaparken de, Hz. Hacer’i hatırlar, onun yaşadığı “sıkıntı”ları düşünür.
Peki, Hz. Hacer kimdir?..
Hz. Hâcer; Sâre’nin “cariye”sidir, yani bir anlamda onun “kölesi”dir... Sâre, kendisinin çocuğu olmadığı için çocukları olur ümidi ile onu Hz. İbrahim’e hediye eder... İşte bundan sonra; Hz. İbrahim’in, Hâcer’den ilk oğlu Hz. İsmail doğar...
Hz. İbrahim; Cenab-ı Hak’tan aldığı emirle Hâcer’i ve oğlu İsmail’i alıp Mekke vadisine bırakır...
Onları bıraktığı yerde ne ekili bir şey, ne de bir su vardır... Hâcer; oğlu İsmail’e su bulmak üzere Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y ederken İsmail’in ayakları dibinden Zemzem kaynamaya başlar...
Çevrede yaşayan Cürhüm kabilesi, orada bir su kaynağının mevcudiyetini öğrenince, gelip Hâcer’in izniyle oraya konaklar... Böylece Hâcer ve Hz. İsmail, Cürhümlüler arasında yaşamaya devam ederler... Hz. İsmail, Cürhümlülerden bir kızla evlenir ve nesli çoğalır... Hz. Hâcer, Mekke’de vefat edince Kâbe’nin ön kısmındaki Hıcr, diğer adıyla Hatim adı verilen bölüme defnedilir...
Aradan yüzyıllar geçtikten sonra bugün, dünyanın dört bir tarafından gelen milyonlarca Müslüman, “say” yaparken, Hz. Hâcer’i anmakta, onun oğlu Hz. İsmail ile birlikte yaşadığı “sıkıntı”yı yaşamakta, ruhunda hissetmektedir..
Düşünebiliyor musunuz;
Hz. Hacer, bir “cariye”dir, bir “köle”dir... Adından da anlaşılacağı gibi, “siyah tenli bir kadın”dır... Ama, dünyanın dört bir tarafından gelen Müslüman erkek ve kadınlar, tam 7 defa onun izinden yürümekte, onu rahmetle anmaktadır.
İşte bu, İslâm’ın; “cariye, köle ve siyah tenli bir kadın”a verdiği önem ve değeri göstermektedir ki; bunu bilebilmek için “hariçten gazel okumak” değil, oralara gidip, bizzat “yaşamak” gerekir.
TAVAF REKORTMENİ TRABZONLU
Ki, “Akit’in Umre talihlisi 188 okuru”ndan birçoğu da, hemen her gün “ihram”a girip, hem Beytullah’ın etrafında “tavaf” yaptı, hem de Safa ve Merve tepeleri arasında “say” yapıp, Hz. Hâcer’in yaşadıklarını yaşadı.
“Umre, tavaf, say” dedim de, aklıma geldi... Mekke’de bulunduğumuz “9 gün” boyunca, okurlarımızın çoğu, tekrar tekrar “ihram”a bürünüp, “6-7 umre” yapma imkânı buldu.
Trabzonlu Yusuf Sak ise, benim bilebildiğim kadarıyla “Tavaf rekortmeni” oldu... Yusuf’un, “günde 14 tavaf” yaptığını, toplam olarak da “61 tavaf”a ulaştığını biliyorum.
“Trabzonlu” ya, kafasına koymuş, illa “plâkası” kadar tavaf yapacak.
Yaptı da...
59. tavafına “Akit” için, 60. tavafına “benim” için, 61. tavafına da “Trabzon” için niyetlenmiş...
Yusuf Sak’la birlikte, “ibadet yarışı”na katılan bütün “Akit okurları”nı hem “tebrik” ediyor, hem de “Akit ve Akit okurları” için yaptıkları “dua”lardan dolayı teşekkür ediyorum.
Sağolsunlar, varolsunlar...
YÜKSEL HOCA’NIN DUASI
Bu vesileyle, Sinop Durağan’dan Yüksel Tokur’a da hassaten teşekkür etmek istiyorum... Durağan Müftülüğü eski personeli ve din görevlisi olan Yüksel Tokur Hoca, okurlarımıza zaman zaman “rehberlik” de yaptı.
“Akit ailesi”nden herkese “dua ve selâm” gönderip, diyor ki;
“Allah herkese Efendiler Efendisi (sav)”nin ayak bastığı bu mübarek yerleri görmeyi nasip etsin... Öncelikle Cenab-ı Allah’a şükür, Akit gazetesine teşekkür ediyorum... Kutsal toprakları görmek nasib oldu bize.. Ancak şunu belirtmeliyim; bu gazeteyi promosyon versin vermesin, umreye götürsün götürmesin, ilk çıktığı günden beridir alır okurum, okumaya da devam edeceğim. Onların samimiyeti, duruşu ve bizim dilimizle konuşup, bizi savunması takdire şayandır.”
Yüksel Hoca’nın verdiği bu mesaj, öyle inanıyorum ki; “188 okurumuzun ortak mesajı”dır... Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyor, Cenab-ı Allah’tan umrelerini kabul etmesini diliyorum.
MALEZYALI VE ENDONEZYALILAR
Gerek ilk önce gittiğimiz Medine’de, gerek daha sonra gittiğimiz Medine’de, okurlarımızla yaptığımız “sohbet”lerde dile getirilen bir konu vardı...
Tartışmasız, hemen herkes Malezyalı ve Endonezyalı umrecilere “hayran” kaldıklarını söylediler... Ki, Hac yapmanın kısbet olduğu 2003’ten bu yana, ben de aynı kanaatteyim.
Malezyalı ve Endonezyalı hacılar ve umreciler, gerçekten de her hâl ve tavırlarıyla “takdir” görüyorlar, “hayranlık”la karşılanıyorlar... O kadar “sessiz”ler, o kadar “hassas”lar ki; yürürlerken, sanki ayaklarının altında karınca var da, onu incitmek istemiyor gibi yürüyorlar.
Öyle sanıyorum ki;
Bunda “eğitim”in büyük rolü var.
Öğrendiğim kadarıyla, “Hac” ve “Umre”ye gelmeden önce “kurs”a tabi tutuluyorlarmış... Yani, nerede ne yapacaklarını “bilerek” geliyorlar.
Onlardan birinin elinde görmüştüm... “A-4 ebadı”nda bir kâğıtta, “Beytullah ve etrafının plânı” vardı.
Tavaf’a nereden başlayacağı, orada ne diyeceği, “Hz. İbrahim makamı”nın nerede olduğu, nerede “zemzem” içeceği ve nerede “say” yapmaya gideceği tek tek izah ediliyordu.
Dedim ya, “bilerek” geliyorlar.
Okurlarımız dediler ki;
“Bizim umrecilerimiz” de, gelmeden önce bir “kurs”tan geçirilsin... Ki; insanımız orada “heyecan ve panik” yaşamasın!..
Haa, bir de;
Diyanet’in, umre turlarına görevlendirdiği imamlar “acemi” olmasın, azıcık da olsa “Arapça” bilsinler... Zira; kutsal topraklara ilk defa gelen imamlarımız, kendi dertlerine düşmekten, kafiledeki insanlara yararlı olamıyorlar, ilk günlerde hayli bocalıyorlar.
Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez, bu sıkıntıyı herhalde giderecektir.
İMAMLARIMIZ DONANIMLI OLSUN
Tamam; “turlarda görevli rehberler” ellerinden geldiğince yardımcı oluyorlar ve gerekli “bilgi”leri veriyorlar ama, bizim gibi “4 otobüs dolusu” insanın, hangi birine yetişsinler.
Aynı durumu, 2003’teki Hac esnasında da yaşamıştım... Diyanet’in görevlendirdiği imamımız “Arapça” bilmediği için, “Arap polisleri”ne dert anlatmakta hayli zorlanmıştı.
Öyle umuyorum ki, sayın Mehmet Görmez, bu konuya da el atacaktır.
İmamlarımız öyle “bilgili”, öyle “donanımlı” olmalı ki; Mescid-i Nebevi’de “Ravza-i Mutahhara” denilen “Yeşil Halı”nın anlam ve önemi nedir?.. Her umrecinin ziyaret ettiği Uhud Dağı’nda neler yaşanmıştır, “Okçular Tepesi”nde neler olmuştur?.. “Mescid-i Kıbleteyn”in tarihçesi ve önemi nedir?.. Kuba Mescidi’nin önemi nereden gelmektedir?.. Hendek Savaşı’nın yapıldığı bölgede Peygamber Efendimiz (sav) neler yaşamış, karnına niçin “taş” bağlamış ve kayaları kırarken neler demiştir?..
Mekke’ye gelince... Kâbe’nin, Hacer-ül Esved’in, Makam-ı İbrahim’in, Altınoluk’un tarihçesi nedir?.. Peygamber Efendimiz (sav)’in doğduğu yer neresidir, Cennet-ül Baki mezarlığında kimler yatmaktadır, Hudeybiye’de nasıl bir anlaşma yapılmıştır, Arafat ve Cebel-i Rahme’nin önemi nedir?..
Daha bunlar gibi, nice konuda; en az “rehberler” kadar “imamlarımız” da bilgili ve donanımlı olmalı ki; hayatlarında ilk defa “Umre” yapan insanlara; hem “faydalı” olabilsinler, hem de yaptıkları “ibadet”in farkına varıp, “haz” alabilsinler...
TEBRİK VE TEŞEKKÜR
Bunları da böylece ifade ettikten sonra; yine Rin Tour organizasyonu ile umreye gelen ve Mekke’de kaldığımız Meridyen Otel’de, bizlere “sohbet, ilâhi ve Kur’an ziyafeti” sunan Mustafa Özcan Güneşdoğdu ve ekibindeki Recep Katırcı Hoca’ya, Mahmut Şevket Bayram’a, Orhan Başelma’ya ve söylediği enfes ilâhileriyle bizleri mest eden genç delikanlı Asım Aytaç’a da hem teşekkür ediyor, hem de kendilerini tebrik ediyorum.
Yazacak, daha çok şey var... Adından söz etmem gereken çok insan var... Meselâ, Demirci’den hemşehrim Mehmet Akif Bayram’dan, eşimin hemşehrisi Karabüklü Zeynel’den, İstanbullu Ercüment Gürel’den, Konyalı Salim Güneş’ten ve bizlere sık sık Kur’an ziyafeti sunan İsmail Yağmur’dan söz etmeden geçemedim... Diğer okurlarımız sakın gücenmesinler... Ben, hepsini seviyor, hepsine sağlık ve mutluluk diliyorum... Ben, hepinizden razı oldum, Allah da sizlerden razı olsun...
Dedim ya;
Yazacak çok şey var.
Ama, önemli olan;
Bu hazzı “yaşamak”tır.
Cenab-ı Allah, o atmosferde bulunmayı, o hazzı yaşamayı herkese nasip etsin.
Çünkü o atmosfer;
Anlatılmaz, yaşanır.
Afganistan, CHP ve BDP terörü!
Madem Türkiye’ye döndük, o halde “Türkiye’nin gündemi”ne girebiliriz... Öncelikle; Afganistan’daki helikopter kazasında hayatlarını kaybeden 12 şehidimize Allah’tan rahmet, ailesine ve yakınlarına sabrı cemil niyaz ediyorum...
“Afganistan’da işimiz ne?” deme cehaletini gösteren Kılıçdaroğlu ve zihniyetine de diyeceğim o ki; “Eğer Afganistan’da, Somali’de, Lübnan ve Bosna’da olmazsan, Türkiye’de de rahat olamazsın!”
Kaldı ki; Afganistan’a ilk asker gönderen Atatürk’tür...
Evet, “CHP’yi kuran” Atatürk... Hem “Atatürkçü” geçineceksin, hem de “Afganistan’da işimiz ne?” diyeceksin?..
Bu ne perhiz, bu ne turşu?..
BDP’nin “Nevruz terörü”ne gelince... Kırmalar-dökmeler, yakmalar-yıkmalar, bu ülkeye “21 milyon lira”ya malolmuş ki; BDP’lilerin yaptığı “etkinlik” filan değil, tam anlamıyla “pişkinlik”tir...
Kusura bakmasınlar ama; onların çektiği “halay”lara, bu millet “kalay”ı basmışsa, yerden göğe haklıdır...
Yaptıkları “Kürtlük” değil, resmen ve alenen “hırtlık”tır!..
Kırarak-dökerek, yakarak-yıkarak ve hele “mezar taşları”nı sökerek “hak” elde edeceklerini sanıyorlarsa, avuçlarını yalarlar...
Ben, “Kürt halkı”nı “kardeş” bilirim, ama BDP’lilerin çoğu, önceki gün “kalleş”lik yapmışlardır.
Herkes aklını başına alsın... Zira, başka Türkiye yok...