Namaz kuyruğu
Mekke'deki ikinci günümüz... Gece yarısı Cidde'den Mekke'ye intikal, ilk tavaf ve sa'yın ardından yorgunluk ve uykusuzluktan pelte gibi yatağa düşüş...
İkindi suları, TÜRSAB merkezinde görev yapan doktor arkadaşlarla ver elini güzeller güzeli Kâbe. Biraz gecikmiş olmalıyız ki, otomobille hayli yakına kadar sokulmamıza rağmen dış avluda bile saf tutan dindaşlarımız çoktan namaza başlamışlar bile. Bre aman, n'etsek? Baktım, arkadaşların her biri can derdine düşmüş gibi saflar arasına sızıverip bir baş koyacak kadar yer tedarikleyerek başlarının çaresine bakıyorlar. Acemilikten zâhir, ayakta kalıverdim. Yer yok. Öyle bir yer ki, sağım-solum-önüm-arkam sobe! Ben ise iki çöp bidonunun arasında, ancak ayakta durabilecek kadar küçücük bir yerde elâlem namaz kılarken onları seyretmekteyim. Revâ mıdır?
Çöp konteynerleri arasında...
Hani cenaze namazlarında cami duvarının kenarında öbeklenip bekleşen bir kalabalık olur her daim. Cemaatle kılınan vaktin namazına iştirak etmezler, kendi bilecekleri iştir fakat bunlardan bir kısmı cenaze namazına da katılmaz. Tedirgin bakışlarla cadde ile cami arasında (Araf sanki!) mevzilenir, ne yardan ne serden vazgeçerler. Aynı onların durumundayım. Kendi kendime dedim ki, "Elâlemi ayıplar mısın Ahmet; bak, nazlı Kâbe karşında süzülürken elâlem gürül gürül secdelere kapanıyor, vaktin borcunu edâ ediyor, sana ise alnını koyacak bir secdelik yer bile kalmamış; kaldın dimdik ayakta?"
Beklemeye gelmez, cemaat (O sizin bildiğiniz cemaat değil; Kâbe cemaati) neredeyse ikinci rekâta geçecek! Gözüm döndü; dedim ki, "Ben de ayakta imâ ile kılarım."
Hani herkesin kendine göre bir unutulmaz namazı olur ya; işte çöp konteynerleri arasında kıldığım namaz o cümledendi. Aradan on sene geçmiş, hâlâ yâdımda. Şimdi bu namaz konusu nereden açıldı diyeceksiniz.
Şöyle oldu: Geçenlerde feribot ile Yeni-kapı'dan Mudanya'ya geçiyoruz; akşam saatleri yakın. Yol bir buçuk saat civarında sürüyor. Derken akşamın vakti girdi, sular karardı. Daha öncesinden tecrübem olduğu için biliyorum; bazı feribotlarda abdest almaya müsait levabolar ve hemen yanıbaşında mescid bile var. Biraz ufak ama neticede ihtiyacı görüyor.
O esnada, bizim gazetenin eski mensuplarından ve çocuk edebiyatımızın müstesna isimlerinden Ali Burhan Eren'le karşılaştık; hâl-hatır teatisinden sonra âdeta anlaşmış gibi geminin orta yerindeki mescide doğru yürümeye başladık.
Aaa, o da ne?
Kapının önünde şöyle böyle on metrelik bir kuyruk, insanlar ayakta bekleşiyorlar; "Yahu bu ne kuyruğudur, faydalı bir şeyse biz de girelim" diye kötü bir espri yaparak kapıyı aralayıp içeriye göz atınca ne göreyim: Toplam on beş metrekarelik küçücük mescidde cemaat (bu da sizin bildiğiniz cemaatlerden değil, akşam namazı cemaati!) namaz kılıyor; bir o kadarı ayakkabı çıkarılacak küçük koridorda bekleme halinde. Ondan daha fazlası ise kapının önünde geriye doğru uzanıp gitmekte. En önde duran arkadaşa, "Hayırdır, içeride bir şey mi dağıtıyorlar?" diye kötü bir espri daha yaptım; bereket versin anlayışlı ve kibar bir insan. Anladı, gülümsedi:
-Evet, dedi, güzel bir şey dağıtıyorlar; biz de hissemizi almak için sıraya girdik!
-Namaz kuyruğu ha, n'olamaz! diye bir kötü espri daha yaptım (etti üç!) Duyanlar gülüştü. Ali Burhan'a dedim ki:
-Bizim kuşak vaktiyle margarin kuyruğu gördü, tüpgaz kuyruğu gördü, ampul kuyruğu, benzin ve mazot kuyruğu gördü; otobüs, metro, tren, maç kuyruklarını saymıyorum bile, ama Allah için böyle güzel bir kuyruğu ömrümde hiç görmemiştim!
Kapı önünde bekleşenler gülümsedi, içlerinden biri, "Böyle beklemeye can kurban, zevkle bekleriz." dedi.
Derya ortasında omuz omuza
"Ben bu hatta sıkça gelip gidenlerden değilim, her zaman böyle midir, namaz vakitlerinde kuyruk mu oluyor mescid önünde?" diye sordum. "Biz de ilk defa karşılaşıyoruz" dediler. Bir başkası, durumu izah etmek lüzumu hissetti:
"İnançlı insanlar artıyor tabii." dedi; "Eskisi gibi değil Allah'a şükür!"
Düşündüklerimi söylemedim, çünkü yeri ve zamanı değildi ama şimdi söyleyebilirim; bana göre değişiklik inançlı-imanlı insanların sayıca artmasında değil, inançlı-imanlı insanların, eskiye nazaran daha görünür hale gelmesinde. Eskiden alışveriş merkezlerinde, otellerde, kamu kurumlarında, feribotlarda, namaz kılanlara hizmet verecek ufak çözümler kaale bile alınmazdı; "Burada bir mescid açılsın" yollu talepler de pek ciddiye alınmazdı. Ne de olsa irticâ başını almış gidiyorken, kimse durup dururken gerici defterine yazılıp "mescid açan yönetici" durumuna gelmek istemezdi.
28 Şubat günlerinde bazı gazetelerin ve yazarların başlıca işi, içinde mescid bulunan kamu binalarını keşfederek yöneticileri hakkında ihbarda bulunmaktı. Meselâ "İşte okulun terasında namaz kılan öğrenciler" başlığını hiç unutmuyorum.
Ve daha neler... Her neyse, sıra bize gelmişti galiba; ayak divânını dağıtıp alelacele küçücük mescide doluştuk. Yine kıbleye göre çapraz bir durumda saf tuttuk; havasızdı elbette, üstelik mekânın her bir bağlantı yeri gıcır gıcır gıcırdıyordu. Altta durmaksızın kımıldayan ve gıcırdayan bir daracık kutuda, derya ortasında omuz omuza namaz, evet, güzeldi, unutulmazdı.
Çıkışta bekleyenlerin tebriklerini, "Allah kabul etsin" dileklerini kabul ettik, birbirimizle musafahalaştık. Yahu ne güzel bir şeydi o öyle; yolunuz düşerse gıcırdayan mescidin kapısında siz de sıraya girin. Eminim tadına doyamayacaksınız!