“Dindar” iş yerlerinde “dindarlık” aranıyor!
Sevgili dostlarım, bugün çok şikâyet aldığım halde yazmadığım bir konuya temas etmek istiyorum... Zira bardak taştı, bundan öte susmak vebal olur.
Baştan söyleyeyim, kimseyi hedef almak gibi bir niyetim yok. Benim derdim kişileri eleştirmek değil, bir arızamızı tespit etmek...
En iyisi ben olduğu gibi yazayım, siz kendinizi bu mihenge vurun!
“Okulu bitirdikten sonra, bir süre iş aradım. Başım örtülüydü ve doğal olarak ‘dindar” şirketlerde iş arıyordum. Karşıma ilk çıkan ve tüm idealizmimi söndüren şey bir ‘sömürü düzeni’nin kurulmuş olduğunu görmem oldu. Ücreti çok düşük tutuyor, ikramiye ve servis vermiyor, sigortanın sözünü bile etmiyorlardı. Sözlerim ağır gelecek belki, ama düpedüz tesettürlü oluşumu sömürüyorlardı. ‘Nasılsa başka yerde iş bulamaz’ havasındaydılar ve bunu sonuna kadar acımasızca kullanıyorlardı.
“Böyle birkaç işyerini denedikten sonra, umudum kırıldı. Çünkü hepsi bir birine benziyordu. Sonunda bir arkadaşımın tavsiyesiyle, sizinkilerin ‘ehl-i dünya’ dediği bir yerde işe girdim. Girer girmez, sigortamı yaptılar, maaşımı, ikramiyelerimi belirlediler, servis tahsis ettiler... İki seneden beri burada çalışıyorum. Bu süre içinde hemen hemen hiçbir sorunum olmadı. Başörtümü de kimse mesele yapmadı. İşimden çok memnunum, ama bir şey var ki, içimi kemiriyor. Bizimkiler, neden kul hakkına dikkat etmiyor? Neden insanı sömürmeye, kullanmaya çalışıyorlar? Hocam bize ne oldu böyle?”
Sümeyye’nin mektubu “şikâyetname” havasında uzayıp gidiyor. Neredeyse her cümlenin sonunda da “bize ne oldu?” diye soruyor.
Ne olsun Sümeyye, kapitalizmi keşfettik! Paranın tadını aldık. Eskiden “kul hakkı” dendiğinde titreyen yüreğimiz çoktan beri titremez oldu.
Duyarsızlaştık kısacası. Kazanma hırsı “günah korkusu”nu yendi.
Allah için, hâlâ hayır yapmayı sürdürüyoruz. Çalıştırdığımız insanlardan tırtıkladıklarımızı (afedersiniz) “hayır” işlerine aktararak hem cemaatler nezdinde itibar kazanıyoruz, hem de kurduğumuz “sömürü düzeni”ni telafi ettiğimizi düşünüp vicdanen rahatlıyoruz.
Zaten “beş yıldızlı” hayatı da “dindarlar iyi şeylere lâyıktır” sloganı eşliğinde yaşıyoruz...
“Yedi yıldızlı” otellerden “kral daireleri”ni ise tamamen “hizmet” mülâhazasıyla alıyoruz: Günü gelince onları, “hizmet”te yıllanmış “şeyh” ve “abi”lerimize tahsis edip tonlarca (tartısı var mı bilmiyorum) sevap işleyeceğiz!
Sümeyye haklı: Hayat tarzı bakımından “ehl-i dünya”dan pek farkımız kalmadı!..
Ticaret ahlâki açısından ise onlardan daha kötüyüz!
Dün “Başörtülüler okusun” feryadı koparanlar, protestolara katılanlar, bugün ya şirketlerinde başörtülü çalıştırmıyor, ya da beş paraya çalıştırıp sözün tam mânâsıyla sömürüyorlar.
Açıkça söylemek gerekirse hırsımız inancımızı gölgeliyor!...
Dini inançlarımız artık belirleyici değil. Zaten evin ve camiin dışına taşmıyor. Ne siyasette, ne de ticarette belirleyici olmuyor: Söylemimizle eylemimiz çok farklı.
“Din başka, dünya başka” der gibi bir halimiz var: Halbuki bu laik bir anlayış; laikliği eleştirirken, laik olmuşuz da haberimiz yok!.. Dinle dünyayı iyice ayırdık!
Pek çok konuda hâlâ “dindar” olsak bile, sıra “para kazanma”ya gelince, hırsımız inancımızın önüne geçiveriyor... Hırsımız inancımızı yönlendiriyor...
Hâlbuki “doğru Müslüman”ın, tüm dünyasına inancının hâkim olması, hayata “inanç perspektifi”nden bakması gerekiyor...
Yani bir işe başlarken, “Bu işten ne kadar kazanırım” diye değil, öncelikle “bu iş helâl mı?” diye başlamaktan söz ediyorum...
“Bu işi alırsam kimsenin hakkını-hukukunu ketmeder miyim?” diye yaklaşmaktan bahsediyorum...
Unutmayalım ki, Allah, hal-i hayatımızda ne kadar para kazandığımızı değil, helâl-haramı gözetip gözetmediğimizi soracak...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.