“Âşıkların Cennetinde Hüzün Var”, Ben Hüzün Cennetine Tâlibi
“Vaktin oğlu” hüznün oğlu demektir. Pervane ataşe âşık, bu fakir hüzne... Pervane nasıl ateşin etrafında dönüp dolaşıp kendini birden ateşin içine atarsa, bu fakirde halktan ve maişet telaşından uzak kaldığında hüzne bulanır, hüznün ocağına atar kendini her gece; mağarasında hüzünle halvet olur kimseler görmeden.
Fakirin bir nâmıydı hüzünkâr. Bezm-i elest’te talib olduğum hâlimin ismiydi. Ehl-i Suffa’nın çilesini kuşanan bu sıfatı âcizane cezbe hâlinde söze ve yazının gücüne kattığımı söylememde aslâ nefs-i emmare ve övünme yoktur. Bilâkis hüzün yolunda yalınkılıç gâzaya giden bir mücahit vecdi ve coşkunluğu vardır. Gönül dostlarıma hüzünkârlığın patolojik bir hâl taşımadığını, bir “âh” olduğunu söylemiş ve satırlara dökmüştüm. Şükürler olsun ki yalancı çıkmadım.
Hüzne karşı çıkan Mutezilî âlimlerin sözüne ne gam ederim ki, ilk atamız Âdem Âleyhisselâm’ın yaratılışı sırasında üzerine otuz dokuz gün hüzün yağmuru, bir gün neş’e yağmuru yağmış.
Bu hâlimi, günümüz hüzünkârlarından Dücane Cündioğlu’nun kendinden geçmiş divâne ifadeleriyle açıklamak istiyorum: “Ahmakların cennetinde kahkaha var; âşıkların cennetindeyse hüzün!”
Âcizane ben hüzün cennetine tâlibim. Enbiyanın, evliyanın, Mevlâna’nın, Yunus’un, Fuzûlî’nin tâlib olduğu cennete. Elbette bu tâlibliğimiz “hâl”le alâkalı bir arzudur. Şüphesiz ki tevhidi anlayışla inanırız dünya gibi ahretin nizamında kimin nereye düşeceğine. Nasibimize, amel defterimize ne yazıldıysa ona tâlibiz.
Cündioğlu, hüzün yolunda en kararlı duruşu gösterenlerden biri. Müftülüklerin “Ramazan geldi, iyiliklerde kat kat sevaplar, günahlarda yüzde yüze varan indirimler, bu fırsatı kaçırmayın” yazılı afiş asmasını hüzne hakaret saymış ki, ayniyle katılıyorum:
“Maaşlı din adamları yolda yürüyen halkın dikkatini çekmeye çalışıp onlara yüzde yüz arınma imkânı bahşediyorlar. Din diliyle değil, piyasa diliyle. Bir banka önündeymişiz gibi. Bir davet dili değil, reklâm dili. Yaptıkları sadece dini metalaştırmak, kazanmak ve kazandırmak. Ne kötü değil mi ey tâlib, hüzünden mahrum bir alışveriş bu. Hüzünden, yani Tanrı’dan.”
İslâmlaşmış ruh ve duygu köklerimizin edebî kaynakları olan Dîvan Edebiyatı’nda en çok işlenen bir kelimedir hüzün. Fakir, âşıkların yakın dostu olan bu münzevî ve hasbî kelimenin en şefkatli adı olan “yed-i hüzün”ün, yani hüznün elini bırakmaya niyetli değildir. Türkülerden şarkılara derece derece tasavvuf kokan medeniyet mûsikimiz bir baştan bir başa hüzün doludur. Bu sesler vehbî hüzne yaslanmış derûnumuzun sesleridir. Hüznü kalbimize dolduran nağmelere ram olmayan, hüzün medeniyetimize ağyar kalan şimdiki zamanın ruhsuz sanatkâr ve aydınlarına kahrederim.
HÜZNÜMDE “BEN” YOK, “SEN” VAR
Hep ulvî aşktır, gözyaşıdır; asla yeis ve maddî bir hüzün değildir muradım. Doğrusunu Allah bilir ki, hüznümde “ben” yok, “sen” vardır. Ehli bilir ki, maddî hüzünde “ben”, mânevî hüzünde ise “Sen” vardır. Yani “Sevgili” ve “Asıl Vatan” hasreti vardır. Hüznü mânevî kılan ve kalplerde yaşatan “Sen” dir. “Ben”deki hüzün dünyalık ve kesbîdir. “Sen” deki hüzün ise “vehbî”dir. Dolayısıyla “”Sen”den “O’na” gidebilmenin bir vasıtasıdır murad ettiğim hüzün.
Bu mânada güç aldığım âlimlerin görüşlerini şu cümlelerde toplayabilirim: “Maddî hüzün, ‘ben”den başlar, ‘ben’de devam eder ve ‘ben’de biter. Manevî hüzün ‘sen’de ve ‘O’nda başlar, ‘ben’e döner ve sonra tekrar ‘sen’e ve ‘O’na döner ki, ârifin hüznü budur.”
Nâçizâne hayatımda “vehbî bir hâl” olarak yer alan hüzün, “ye’s” değil, bütün kuşatıcılığıyla “reca” nın yolunda bulunmanın bir tarzıdır. Can sıkıntısının, vesvesenin ve vehmin bir tezahürü değil, inancın ve iradenin mistik bir meşrepteki kamçısıdır.
Dücane Cündioğlu, “Ye’sin (umutsuzluğun) zıddı reca (ümit), emn’nin (güvenin) zıddıysa havf (korku) dır, (…) inanmış adama emn de, ye’s de yasak; ilk adımda tavsiye edilen: havf ve reca arasında durmak” diyor.
Onun dediklerini kalbime yazdım unutmamak için: “Ey tâlib, bil ki ârifler için her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar.”
DERDİMİN DERMANI HÜZÜNDÜR
Müslüman irfanın, dünyalık hâllerden mânevî hâllere inkılâp ettirdiği meftunu olduğum hüzün, düz mânasının dışında hep ötelerin hasretini çağrıştırır. Haddim değil ama vecdimin tazyikiyle ifade ederim ki, Niyazi Mısrî’nin dediği gibi: “Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş.”
Beyazid-i Bistamî’nin hüzne dair söylediklerini başucu kitaplarım gibi her saadetli gecede tekrar ederim: “Bir dertli kul idim derman arayan. Kalbime bir süvari gibi indim. Bütün ellerimle Hakk’ın kapısını çaldım. Belâ eliyle çalmadıkça kapı açılmadı. Bütün dillerle izin istedim, hüzün diliyle istemedikçe izin verilmedi. Bütün ayaklarla O’na giden yolda yürüdüm. Yokluk ayağıyla yürümedikçe dergâhına varamadım. Bir gün sükût edince baktım ve gördüm ki, derdim dermanım imiş.”
“TECRİDİN ZİRVESİ”: HÜZÜNLE YAŞAMAK
Hâl’i ortaya dökmek, ifade etmek tasavvuf âdâbından değildir. Fakat hüzün yoldaşlarına âcizane bir ayna olması bakımından hâlimi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, şairlerin büyük atası Fuzûlî için yapmış olduğu tasvirle anlatmak istiyorum:
“Bir bakıma bütün lezzetleri kendine kapamış görünen bir insanda rastlayabileceğimiz tek haz, ıztırabın hazzıdır (...) Onun lûgatı fakirlik ve ıztırabın etrafında döner ve aynası yalnızlığın aynasıdır. Mihnet, gam, kanaat, uzlet, gözyaşı, hicran, yoksulluk. (...) Bunun için de durmadan soyunur, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi durmadan bir şeyler atar ve attıkça başı yukarıya doğru yükselir. Tecridin tam zirvesinde, başı bulutlardadır.”
HÜZNÜ YUNUSCA ANLAMAK
Dünya gurbetimi hüznün şirazesinde tamamlamaktır gayem. Ehl-i irfana göre Hakikat’e giden yolda “hâller” tek değildir. Meramımı Yunus’un diliyle ifade etmek istiyorum: “Ben dert ile ah ederdim / derdim bana derman imiş.”
Haddim değil fakat Hz. Yunus’un “Danişmendler, âlimler medresede bulduysa / ben harabat içinde buldum ise ne oldu” mısralarından ilham alarak nazîre yaptığım şu sözleri yüreğimden söylediğime inanıyorum: “Ben de hüzünde buldum kendimi / Ne efsunlu bir derttir şu hüzün dermandan içeri.”
Müslüman inancında neşeli olmanın hasmı değildir hüzün. Bu tezatlık ve ikilik, Batı’nın modern ve seküler zihniyetine aittir. Ehl-i hüzün, cemiyet içindeki mesuliyet ve mecburiyetlerinden asla kaçmaz. Halk içinde Hakk’a bağlı hüzünkâr olmak evlâdır!
Gücünü tasavvuftan alan hüznüm, derûnumu terbiye ettiği gibi, dünyanın maddeci, şekilci ve konformist hayat tarzına karşı da nefsimi güçlü kılıyor. Hüznüme, mütefekkir Nurettin Topçu’nun tabiriyle “mistik iman”ın bir duruş şeklinin adı da denilebilir.
------------------------------------
EKYAZI:
HÜZNÜMÜZE İTİRAZ EDENLER ÇIKTI
Fikirli muarızım Ömay, mübarek hüznüme zarf atarak, hüzünkârlığımı indî bulmuş. Fakat dedikleri de yabana atılır sözler olmadığından müteessir olmadım değil. Sözlerinin vecdine ve fikrine eyvallah:
“Mübarek hüzün,meditasyon aracı değildir. Afgan çocuğun gözlerindeki, onuru ayaklar altına alınmış ırak'lı annenin yüzündeki, camide gavurun ayakları altında ezilen ihtiyarın titrek duasında ki hüznü yüreğinizde hissedemiyorsanız ve gavura karşı kininiz artmıyorsa mübarek hüzünle alakanız yok demektir. Gavura ses çıkartamayanlar hüzünkar olamaz. Cesur Türkler, kardeşlerinin dertleri ile öz hakikiler kendi dertleriyle dertlenirler. Ümmetten kopuk, kişisel meditasyon türleri Cesur Türklere göre hazcılıktır.”
İfadelerinin serdeddiği fikir ve duygular doğru ve yüreğime dokunacak kuvvettedir. Tabiî ki Ömay kardeşimiz bu fakirin hüznünü hurufat üstünden değerlendirdiği için hüznümüzün yangını bilmediği belli. Bu fakiri, yatsıyı kılıp ardından bol yağlı yemek ve tatlılar yiyip saat dokuzbuçukta yatan Müslümanlardan sanmış olabilir. Nefsimden Allah’a sığınırım; gelsin bir gece mağara-yı saadethânemize de hüznümüz şahsî mi, içtimaî ve bütün bir İslâmların çektikleri üzerine midir, görsün. Hüznümüzün ateşinden durabilecek mi bir sınasın kendini derim. Bu, bir meydan okuyuş değil, mümin dostluğu üzere atılan bir zarftır, bir dâvettir.
“Cesur Türkler” de kim oluyor? Hakka tapan Necip Türk milleti mi, yoksa bir kişi mi kastediliyor? Bildiğim bir Cesur Türk var, fakat hüzün, gurbet gibi derûnumuza ait tasavvufî “hâl”leri sevmez. “Hayâlet işler” der bu mübarek duygu ve “hâl”lere.
Gelelim bir okuyucunun tavsiyelerine. Hüznümüzü onca târif ve kaynaklara rağmen anlamayıp “Siz hüznü kutsuyorsunuz ama, hüzünden korunmak için o kadar çok dua tavsiyesi var ki Efendimizin... sizin hüznünüz başka bir şey olmalı! Mutluluk, sevinç, ferahlık varken hüzne bu tiryakilik niye?” diyerek ahmakça ifadeler kullanmış. Ne diyelim? Allah beyin, fikir versin. Efendimiz (s.a.v)’in sîret ve sünnetindeki vehbî “hâl”lerden çoğunun hüzün ihtiva ettiğini, bu hüznün, defedilmesi için dua edilen hüzün olmadığını nasıl anlatmalı ki bunca yazıya rağmen?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.