Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Sol cenahta çözülme... Gel de üzülme!

Sol cenahta çözülme... Gel de üzülme!

Herhalde sadece ben değil, sizler de aynı duyguları yaşamışsınızdır... Şahsen ben; “bizim mahalle”den herhangi biri “yamuk” yaptığında, “azgın azınlığın eline malzeme verecek bir halt” işlediğinde, meselâ, “diskur” işleriyle “uçkur” işlerini birbirine karıştırdığında ve elbette bunlar gazetelerde “manşet”, televizyonlarda “1. haber” olduğunda, büyük üzüntü duyar; elimden gelse gırtlaklarına sarılıp boğasım gelirdi!..

Kiminin “mücahit”likten “mütahit”liğe geçtiğini, kiminin de “diskur”u bırakıp “uçkur”a yöneldiğini, “dâvâ yolu”na girdiğinde “Harun” olanların sonradan “Karun”laştığını duyunca, çılgına dönerdim.

Üzülür, kahrolurdum!..

Avazım çıktığı kadar bağırır; “Ne olur yapmayın!” derdim; “Sizin işlediğiniz haltlar yüzünden bu yüce dâvâ karalanıyor!.. Ya din tüccarlığından vazgeçin ya da bu haltları işlemeyin!”

Sesimi kâh duyurur, kâh duyuramazdım... Bazen “tepki”lere, “tehdit”lere maruz kalır, bazen de “iftira”lara uğrardım!.. Tabiî, “iltifat”ları saymıyorum...

Ne var ki;

Elimin kalem tuttuğundan bu yana; hep “dindar”ların yanında ama “dinci”lerin, “din bezirganları”nın, “din tüccarları”nın, “din baronları”nın karşısında yer aldım.

Ama, biraz önce dediğim gibi;

“Dindar” kimlikli birinin, işlediği bir “halt” yüzünden “Türk televizyonlarına çıktığını” ve “gazetelere düştüğü”nü görünce yine üzülüyor, perişan oluyorum.

Üzülmemek mümkün mü?..

“Kardeş” bildiğin bir adam, dâvâyı satacak bir “kalleş” çıkarsa, kim üzülmez?..

SOL’A GIPTA EDERDİM!

Evet, hem “bizim mahalle”deki bu “halt”lara üzülür, hem de “sol cenah”taki, “birbirlerine toz kondurmaz” tavırlara gıpta ederdim!..

Adamlar öyle bir “dayanışma” sergiliyorlar, birbirlerine öyle “kol-kanat” geriyorlar ve kendi adamlarına öyle “yıkama, yağlama, cilalama” çekip, “baştacı” ediyorlardı ki; “bizim mahalle”deki “kompleksli”lere, “ezik-büzük”lere bakıp, onlara hayranlık duyuyordum...

“Cüce”yi “dev” göstermekte, “9 koca eskitmiş kadın”ları “kızoğlan kız” diye pazarlamakta üstlerine yoktu!..

“Psikolojik harp tekniği”ni öyle güzel kullanıyorlardı ki; “katil”leri, “soyguncu”ları ve “namussuz”ları bile “sütten çıkmış ak kaşık” olarak yutturuyorlardı millete!..

Millet de; “işin aslı”nı bilmediğinden; ehh, araştırma ihtiyacı da hissetmediğinden, bu “zoka”ları yutuyor, birisi “Hıyarım var” dediğinde tuzluğu kapıp peşinden koşuyordu!..

MUSTAFA KUSEYRİ OLAYI

Ne zaman ki;

Önce Hasan Cemal, birkaç gün önce de Halil Berktay çıktı ortaya, sol cenahtaki “sır”lar dökülmeye, “makyaj”lar akmaya başladı...

Malûm, “ilk itiraf”, 13 yıl önce Hasan Cemal’den gelmişti... “Kimse Kusura Bakmasın Kendimi Yazdım” adlı kitabında, 1970’lerdeki “Mustafa Kuzeyri olayının aslı”nı yazan Cemal, diyordu ki;

“Mustafa Kuseyri”nin ölümünü hatırlıyor musun?

1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. ‘Faşistler, Mustafa Kuseyri’yi öldürdü!’

Koşa koşa dergiye geldim. Adakale Sokak’taki Devrim bürosuna... Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı, küçücük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarından hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:

‘Bak Hasan’ dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, ‘Kuseyri’yi faşistler öldürmedi. Bir arkadaşı kazayla vurmuş...’

Bir dolmuşa atlayıp Cebeci’ye, Siyasal Bilgiler’in yanındaki Basın-Yayın’a gittim. Dışarıda öğrenciler ‘Kahrolsun faşistler!’ diye slogan atıyordu. Olay akşam vakti olmuştu. Kuseyri, tabancayla Rus ruleti oynarken yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza sonucu vurulmuştu. (...)

Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara’da ‘Anayasa’ya saygı’ yürüyüşü düzenlendi. (...)

Cebeci’de Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinin önünden başlayarak yürüyüşe birçok öğretim üyesi cübbeleriyle katılacaktı. (...)

Biz ‘radikaller’, Devrim dergisi çevresinde toplanan ‘sol kemalistler’ ya da ‘asker-sivil aydın zümre’ bir sabah vakti darbeyle çok partili sisteme son verip parlamentonun kapısına kilidi vurunca, sıra ‘sosyalist devrim’e gelebilecekti. Önce demokratik devrim, sonra sosyalist devrim!

Ya da proleterya diktatörlüğü! (...)

Tez canlıydık! (...)

O günler işte. Genç bir delikanlı bizim bir arkadaşa diyor ki: ‘Eh, altı aya varmaz sosyalizm gelir artık Türkiye’ye!..’ Bizim arkadaş da ‘Yok’ diyor, ‘Birkaç sene sürer.’

Delikanlı diyor ki:

‘Benim o kadar beklemeye tahammülüm yok.’”

Malûm, bu satırların yazarı Hasan Cemal, “Kol kırılır, yen içinde kalır” diyen “solcu”lar tarafından “şiddetli saldırılara” maruz kaldı!..

Ama, kurşun namludan çıkmıştı bir defa, geri dönmesi mümkün değildi... “Sır”lar dökülüyor, “makyaj”lar akıyor ve “Sol’un gerçek çehresi” ortaya çıkıyordu!..

Evet, “Sol’da çözülme” başlamıştı!..

KANLI 1 MAYIS’IN SIRRI

Biliyorsunuz; “bizim mahalle”den bazı ezik-büzük “genç”lerin “İslâmcı Sosyalist” olmaya heveslendiği ve hatta özendiği şu günlerde; Taraf’tan Halil Berktay da, “34 kişi”nin öldüğü “Kanlı 1 Mayıs’ın perde arkası”nı anlatmış ve demişti ki;

“TKP ve DİSK, Maocuları Taksim’e sokmama kararı almıştı... Maocular barikata tosladı, ateş açıldı, izdiham oldu...

Otel ve Sular İdaresi çatısından ateş açıldığı büyük bir palavradır...

Polis araçlarından da ateş açılmadı...

Sol fraksiyonlar, kendi rezaletlerinden bir mağduriyet yarattılar!”

Tıpkı Hasan Cemal gibi, Halil Berktay da ağır saldırılara maruz kaldı... Ne yani; 1968’deki “Kanlı Pazar” dururken, 1977’deki “Kanlı 1 Mayıs”ı kaşımanın sırası mıydı şimdi?..

Nasıl olsa;

Bu millet, tam 35 yıldır bu kanlı olayın “Kontrgerilla!.. JİTEM... Özel Harp Dairesi... Gladyo!.. Derin Devlet!” tarafından tezgâhlandığına ne güzel inandırılmıştı!.. Şimdi, “Sol fraksiyonlar”ı gündeme getirmenin ne âlemi vardı?..

Halil Berktay, bu “ağır saldırılar” karşısında yılmadı ve dedi ki;

“Sol içi düşmanlık ve çatışmaları sadece ‘bizim mahalle’de konuşuruz. Hatta öyle ki, meselâ sosyalizmi ve Sovyetler Birliği’ni ya da 1936 yargılamalarını (...) alenen tartışabiliriz ama bizim kendi sol içi şiddetimizi tartışamayız. (...) Burada ne yok?.. Gerçek kaygısı diye bir şey yok. Her şey ‘siyasi yarar’ üzerine kurulu. Her şey ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ mantığına dayalı. Hayır, olmaz, bundan hiçbir yarar da sağlanamaz. Yen içinde kalmaz; çıkartır ve burnuna dayarlar doğrusunu; sonra bin beter mahcup olursun.”

GRETA GARBO SENDROMU!

Halil Berktay’ın, “Kanlı 1 Mayıs olayı”nı tartışmaya açması, yine aynı gazetenin yazarı Roni Margulies gibiler tarafından “Sosyalizme bok atma fırsatı bulup coşanların iddialarına şeyimle gülüyorum” denilecek bir “seviye”de değerlendirilse de; Mehmet Altan, önceki günkü yazısında “Sol’un acziyeti”ni “Greta Garbo Sendromu”yla açıklıyor ve diyordu ki;

“Sessiz sinemanın büyük yıldızı Greta Garbo, sesli filmler yapılmaya başlanınca ‘efsanesini sürdürebilmek’ için sahneden çekilmiş, kimselere görünmediği münzevi bir hayatın içine saklanmış, insanların hafızasında kendisini sinemadaki o son görüntüsüyle dondurmuştu.

‘Efsanesini’ yaşatabilmek için, yaşamaktan vazgeçmişti.

Bugün Türkiye’de ‘Sol’un bir bölümünün garip bir ‘Greta Garbo sendromu’ yaşadığından kuşkulanıyorum.

Bir zamanlar yüzbinleri harekete geçirebilen ‘Sol’, o geçmişin içine saklanarak, yaşamaktan ve kendini tartışmaktan kaçarak, hayatın içinde varlığını sürdürmekten kaçınarak ‘efsanesi’ için kendini feda ediyor.

Bir zamanlar, izbe mahzenlerde teksir makineleriyle bildiriler basıp sokaklarda dağıtacak, başka bir fraksiyon tarafından vurulmayı ya da yakalanıp poliste işkence görmeyi göze alarak duvarlara yazı yazacak kadar ‘anlatma’ isteğiyle dolu olan, anlatacak lafı olduğuna inanan ‘Sol’, bugün önünde açılan gazete sayfalarına omuz silkecek, konuşmaktan imtina edecek kadar gerçeklerden, tartışmadan, hayattan korkuyor.

Bugünkü lâfı tükenmiş yorgunluğun, geçmişteki coşkulu macerayı da silikleştireceğinden endişe ediyor.

(...)

Bugünkü tartışmalarda karşımıza çıkan yetersizlik, kırılganlık, solgunluk, güçlü bir akıldan ziyade çocuksu bir duygusallığın, bitmeyen bir ‘çocukluk hastalığının’ günümüze de yansıyan belirtileri sanırım.”

“EZANSIZ SİNEMA” TARTIŞMASI

Hasan Cemal’le başlayan, Halil Berktay’la güncelleşen, Ahmet Altan’la analizleşen “mağdur” görünümlü “mağrur” Sol’un bir “balon”unu da, geçtiğimiz günlerde tiyatrocu Yılmaz Erdoğan patlattı... Yılmaz Erdoğan, aylık sinema dergisi “Film Arası”na verdiği mülâkatta, özetle dedi ki;

“Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, ‘Aziz Allah’ dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan. Bir yabancı buraya geldiğinde mutlaka bir İstanbul sabahı uyanıp ezanı çeker. Sen de Batıcı kafalı biri isen ‘Bunlar da bizi böyle gösteriyor’ dersin. Yerelliğin bir numaralı şeyi din. Gelişim olarak materyalist bir kampın ağırlığı söz konusu. Buradaki materyalizmin bizdeki karşılığı laikliktir. Bu iş, din eşittir yobazlık denklemine kadar gitti. Hepimize yansıyan, ‘Din’ deyince gözümüzün önüne Cumhuriyet dönemi filmlerindeki deli, kötü kişiler geldi...”

Peki, yalan mı Yılmaz Erdoğan’ın söyledikleri?.. Bir-iki dizi ya da birkaç film dışında; “ezan okuyan bir müezzin” veya “namaz kılan bir vatandaş” görüyor musunuz?.. Gerçi; Yılmaz Erdoğan’ın filmlerinde de “dindar” insanlar hep “öcü”dür ya, o da ayrı bir handikap!..

Salih Tuna’nın deyimiyle “şeytanla dost” oldukları için “aydın, ilerici, çağdaş”(!) geçinen dizi ve film “yapımcı”larımız; toplumdan o kadar “kopuk”lar ki; insanları, evlerine hâl⠓ayakkabı” ile sokuyorlar!..

Sonra da, bunları dile getirdi diye, Yılmaz Erdoğan’a yükleniyorlar: “Amacı, iktidarla bağını güçlendirmek!”

Tarık Akan kafalılar böyle derken, Ümit Ünal gibi yönetmenler de dediler ki; “Geç bile kalındı... Bunlar, 30 yıl önce söylenmesi gereken sözlerdi.”

SOLDAKİ HAKARET KABIZLIĞI!

Cüneyt Özdemir ise, Sol’un içine düştüğü acziyeti, “hakaret kabızlığı” yaşamalarıyla izah etti ve bakın neler dedi;

“Bunlar şu aralar bizim mahalle için hayli tehlikeli tartışmalar aslında. Muhafazakâr kesime karşı kendilerini aydın olarak tanımlayan, sunan, pazarlayan, alkışlanan kesimin içindeki cahilliği teşhir etmek, linç mangasının önüne kendini atmaktan farksız.(...)

Bugün din ile ilgili söylediğiniz hemen her türlü özeleştiri ya da söz dönüp dolaştırılıp AK Parti yandaşlığına bağlanıyor. AK Parti düşmanlığına soyunan bir kesimin sistemli itibarsızlaştırma kampanyalarının, belaltı vuruşlarının ve açık söyleyeyim basın eliyle yürütülen ‘itibarsızlaştırma operasyonlarının’ kurbanı olunuyor.

Bunu yapanların kafaları o kadar karışık ki, hakaret hazinelerindeki vasatlık kendilerini ele veriyor. En son Yılmaz Erdoğan’a hakaret niyetine ‘Badem bıyık bıraksın’ diye dalga geçenlere rastladım. Kim bu badem bıyıklılar sahi, düşman bir ülkenin vatandaşları mı?!?”

DAHA NE SIRLAR DÖKÜLECEK!

Uzun lâfın kısası;

“Mustafa Kuseyri’nin ölümü” ile başlayan, “Kanlı 1 Mayıs” ile devam eden, “Ezansız Sinema” ile zirveleşen “itiraf”lar, bakalım nerelere uzanacak?..

Sol’daki bu “çözülme”yi merak ve heyecanla takip ediyorum...

Bizim “ezik-büzük” taifesinin “gıpta” ettiği ve “sosyalist” olmaya özendiği adamlar, bugün “dipte” debeleniyor!

En başta dedim ya;

Ben, “bizim mahalle”de yenen “halt”lara üzülüyordum...

“Solcu ve sosyalistler” ise herhalde kendi mahallelerinde dönen “tezgâh”ların ortaya dökülmesine üzülüyorlardır!..

Üzülmesinler de n’aapsınlar?





CHP nasıl kurtulur?

1970’li yıllardı... Ankara’da öğrenci iken; Genco Erkal’ın oynadığı “Asiye Nasıl Kurtulur?” adlı tiyatro oyununu izlemeye gitmiştim... “Asiye’nin nasıl kurtulduğunu” ve “kimin, nasıl kurtardığını” elbette öğrenememiştim... Çünkü efendim; “protesto” edip, “oyunun yarısı”nda dışarıya çıkmıştım...

Sizin anlayacağınız; onlar “Asiye”yi kurtarmaya uğraşırlarken, ben, kendimi kurtarmıştım!..

Evet; 1970’li yıllarda, Ankara’nın gündeminde “Asiye Nasıl Kurtulur?” vardı... 42 yıl sonra bugün ise, aynı Ankara’nın gündeminde “CHP nasıl kurtulur?” sorusuna cevap aranıyor!..

Görüşler muhtelif... Bazılarına göre; CHP’yi kurtarsa kurtarsa Kemal Kılıçdaroğlu kurtarır!.. Bazılarına göre ise; “Gürsel Tekin ile Mustafa Sarıgül el ele verir” ise, CHP, kurtulmakla kalmaz, uçuşa bile geçer!..

Berhan Şimşek ise, tam aksi görüşte... Berhan Şimşek’e göre; bırakın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurtarmasını; Kemal Atatürk bile gelse CHP’yi kurtaramaz!.. Çünkü, CHP’nin başında “Kemal” yok, onun fotokopisi bir “Kemalist” var!.. Ve ayrıca; “kaset”leri çıkan her sanatçının bir “hikâye”si varken, “kaset”le gelen Bay Kılıçdaroğlu’nun bir hikâyesi bile yok!..

Hikâyesi olmayan bir adam da CHP’yi kurtaramaz!..

Sözün özü; 42 yıl önce “Asiye”nin nasıl kurtulduğunu öğrenemeyen ben, acaba, CHP’nin nasıl kurtulduğunu öğrenmek için, 42 yıl daha mı bekleyeceğim?!?..





Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi