Sol cenahta çözülme... Gel de üzülme!
Herhalde sadece ben değil, sizler de aynı duyguları yaşamışsınızdır... Şahsen ben; bizim mahalleden herhangi biri yamuk yaptığında, azgın azınlığın eline malzeme verecek bir halt işlediğinde, meselâ, diskur işleriyle uçkur işlerini birbirine karıştırdığında ve elbette bunlar gazetelerde manşet, televizyonlarda 1. haber olduğunda, büyük üzüntü duyar; elimden gelse gırtlaklarına sarılıp boğasım gelirdi!..
Kiminin mücahitlikten mütahitliğe geçtiğini, kiminin de diskuru bırakıp uçkura yöneldiğini, dâvâ yoluna girdiğinde Harun olanların sonradan Karunlaştığını duyunca, çılgına dönerdim.
Üzülür, kahrolurdum!..
Avazım çıktığı kadar bağırır; Ne olur yapmayın! derdim; Sizin işlediğiniz haltlar yüzünden bu yüce dâvâ karalanıyor!.. Ya din tüccarlığından vazgeçin ya da bu haltları işlemeyin!
Sesimi kâh duyurur, kâh duyuramazdım... Bazen tepkilere, tehditlere maruz kalır, bazen de iftiralara uğrardım!.. Tabiî, iltifatları saymıyorum...
Ne var ki;
Elimin kalem tuttuğundan bu yana; hep dindarların yanında ama dincilerin, din bezirganlarının, din tüccarlarının, din baronlarının karşısında yer aldım.
Ama, biraz önce dediğim gibi;
Dindar kimlikli birinin, işlediği bir halt yüzünden Türk televizyonlarına çıktığını ve gazetelere düştüğünü görünce yine üzülüyor, perişan oluyorum.
Üzülmemek mümkün mü?..
Kardeş bildiğin bir adam, dâvâyı satacak bir kalleş çıkarsa, kim üzülmez?..
SOLA GIPTA EDERDİM!
Evet, hem bizim mahalledeki bu haltlara üzülür, hem de sol cenahtaki, birbirlerine toz kondurmaz tavırlara gıpta ederdim!..
Adamlar öyle bir dayanışma sergiliyorlar, birbirlerine öyle kol-kanat geriyorlar ve kendi adamlarına öyle yıkama, yağlama, cilalama çekip, baştacı ediyorlardı ki; bizim mahalledeki komplekslilere, ezik-büzüklere bakıp, onlara hayranlık duyuyordum...
Cüceyi dev göstermekte, 9 koca eskitmiş kadınları kızoğlan kız diye pazarlamakta üstlerine yoktu!..
Psikolojik harp tekniğini öyle güzel kullanıyorlardı ki; katilleri, soyguncuları ve namussuzları bile sütten çıkmış ak kaşık olarak yutturuyorlardı millete!..
Millet de; işin aslını bilmediğinden; ehh, araştırma ihtiyacı da hissetmediğinden, bu zokaları yutuyor, birisi Hıyarım var dediğinde tuzluğu kapıp peşinden koşuyordu!..
MUSTAFA KUSEYRİ OLAYI
Ne zaman ki;
Önce Hasan Cemal, birkaç gün önce de Halil Berktay çıktı ortaya, sol cenahtaki sırlar dökülmeye, makyajlar akmaya başladı...
Malûm, ilk itiraf, 13 yıl önce Hasan Cemalden gelmişti... Kimse Kusura Bakmasın Kendimi Yazdım adlı kitabında, 1970lerdeki Mustafa Kuzeyri olayının aslını yazan Cemal, diyordu ki;
Mustafa Kuseyrinin ölümünü hatırlıyor musun?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Faşistler, Mustafa Kuseyriyi öldürdü!
Koşa koşa dergiye geldim. Adakale Sokaktaki Devrim bürosuna... Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı, küçücük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarından hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
Bak Hasan dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, Kuseyriyi faşistler öldürmedi. Bir arkadaşı kazayla vurmuş...
Bir dolmuşa atlayıp Cebeciye, Siyasal Bilgilerin yanındaki Basın-Yayına gittim. Dışarıda öğrenciler Kahrolsun faşistler! diye slogan atıyordu. Olay akşam vakti olmuştu. Kuseyri, tabancayla Rus ruleti oynarken yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza sonucu vurulmuştu. (...)
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankarada Anayasaya saygı yürüyüşü düzenlendi. (...)
Cebecide Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinin önünden başlayarak yürüyüşe birçok öğretim üyesi cübbeleriyle katılacaktı. (...)
Biz radikaller, Devrim dergisi çevresinde toplanan sol kemalistler ya da asker-sivil aydın zümre bir sabah vakti darbeyle çok partili sisteme son verip parlamentonun kapısına kilidi vurunca, sıra sosyalist devrime gelebilecekti. Önce demokratik devrim, sonra sosyalist devrim!
Ya da proleterya diktatörlüğü! (...)
Tez canlıydık! (...)
O günler işte. Genç bir delikanlı bizim bir arkadaşa diyor ki: Eh, altı aya varmaz sosyalizm gelir artık Türkiyeye!.. Bizim arkadaş da Yok diyor, Birkaç sene sürer.
Delikanlı diyor ki:
Benim o kadar beklemeye tahammülüm yok.
Malûm, bu satırların yazarı Hasan Cemal, Kol kırılır, yen içinde kalır diyen solcular tarafından şiddetli saldırılara maruz kaldı!..
Ama, kurşun namludan çıkmıştı bir defa, geri dönmesi mümkün değildi... Sırlar dökülüyor, makyajlar akıyor ve Solun gerçek çehresi ortaya çıkıyordu!..
Evet, Solda çözülme başlamıştı!..
KANLI 1 MAYISIN SIRRI
Biliyorsunuz; bizim mahalleden bazı ezik-büzük gençlerin İslâmcı Sosyalist olmaya heveslendiği ve hatta özendiği şu günlerde; Taraftan Halil Berktay da, 34 kişinin öldüğü Kanlı 1 Mayısın perde arkasını anlatmış ve demişti ki;
TKP ve DİSK, Maocuları Taksime sokmama kararı almıştı... Maocular barikata tosladı, ateş açıldı, izdiham oldu...
Otel ve Sular İdaresi çatısından ateş açıldığı büyük bir palavradır...
Polis araçlarından da ateş açılmadı...
Sol fraksiyonlar, kendi rezaletlerinden bir mağduriyet yarattılar!
Tıpkı Hasan Cemal gibi, Halil Berktay da ağır saldırılara maruz kaldı... Ne yani; 1968deki Kanlı Pazar dururken, 1977deki Kanlı 1 Mayısı kaşımanın sırası mıydı şimdi?..
Nasıl olsa;
Bu millet, tam 35 yıldır bu kanlı olayın Kontrgerilla!.. JİTEM... Özel Harp Dairesi... Gladyo!.. Derin Devlet! tarafından tezgâhlandığına ne güzel inandırılmıştı!.. Şimdi, Sol fraksiyonları gündeme getirmenin ne âlemi vardı?..
Halil Berktay, bu ağır saldırılar karşısında yılmadı ve dedi ki;
Sol içi düşmanlık ve çatışmaları sadece bizim mahallede konuşuruz. Hatta öyle ki, meselâ sosyalizmi ve Sovyetler Birliğini ya da 1936 yargılamalarını (...) alenen tartışabiliriz ama bizim kendi sol içi şiddetimizi tartışamayız. (...) Burada ne yok?.. Gerçek kaygısı diye bir şey yok. Her şey siyasi yarar üzerine kurulu. Her şey kol kırılır, yen içinde kalır mantığına dayalı. Hayır, olmaz, bundan hiçbir yarar da sağlanamaz. Yen içinde kalmaz; çıkartır ve burnuna dayarlar doğrusunu; sonra bin beter mahcup olursun.
GRETA GARBO SENDROMU!
Halil Berktayın, Kanlı 1 Mayıs olayını tartışmaya açması, yine aynı gazetenin yazarı Roni Margulies gibiler tarafından Sosyalizme bok atma fırsatı bulup coşanların iddialarına şeyimle gülüyorum denilecek bir seviyede değerlendirilse de; Mehmet Altan, önceki günkü yazısında Solun acziyetini Greta Garbo Sendromuyla açıklıyor ve diyordu ki;
Sessiz sinemanın büyük yıldızı Greta Garbo, sesli filmler yapılmaya başlanınca efsanesini sürdürebilmek için sahneden çekilmiş, kimselere görünmediği münzevi bir hayatın içine saklanmış, insanların hafızasında kendisini sinemadaki o son görüntüsüyle dondurmuştu.
Efsanesini yaşatabilmek için, yaşamaktan vazgeçmişti.
Bugün Türkiyede Solun bir bölümünün garip bir Greta Garbo sendromu yaşadığından kuşkulanıyorum.
Bir zamanlar yüzbinleri harekete geçirebilen Sol, o geçmişin içine saklanarak, yaşamaktan ve kendini tartışmaktan kaçarak, hayatın içinde varlığını sürdürmekten kaçınarak efsanesi için kendini feda ediyor.
Bir zamanlar, izbe mahzenlerde teksir makineleriyle bildiriler basıp sokaklarda dağıtacak, başka bir fraksiyon tarafından vurulmayı ya da yakalanıp poliste işkence görmeyi göze alarak duvarlara yazı yazacak kadar anlatma isteğiyle dolu olan, anlatacak lafı olduğuna inanan Sol, bugün önünde açılan gazete sayfalarına omuz silkecek, konuşmaktan imtina edecek kadar gerçeklerden, tartışmadan, hayattan korkuyor.
Bugünkü lâfı tükenmiş yorgunluğun, geçmişteki coşkulu macerayı da silikleştireceğinden endişe ediyor.
(...)
Bugünkü tartışmalarda karşımıza çıkan yetersizlik, kırılganlık, solgunluk, güçlü bir akıldan ziyade çocuksu bir duygusallığın, bitmeyen bir çocukluk hastalığının günümüze de yansıyan belirtileri sanırım.
EZANSIZ SİNEMA TARTIŞMASI
Hasan Cemalle başlayan, Halil Berktayla güncelleşen, Ahmet Altanla analizleşen mağdur görünümlü mağrur Solun bir balonunu da, geçtiğimiz günlerde tiyatrocu Yılmaz Erdoğan patlattı... Yılmaz Erdoğan, aylık sinema dergisi Film Arasına verdiği mülâkatta, özetle dedi ki;
Türkiyedeki bir sette günde beş kez ezan için durursun, Aziz Allah dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan. Bir yabancı buraya geldiğinde mutlaka bir İstanbul sabahı uyanıp ezanı çeker. Sen de Batıcı kafalı biri isen Bunlar da bizi böyle gösteriyor dersin. Yerelliğin bir numaralı şeyi din. Gelişim olarak materyalist bir kampın ağırlığı söz konusu. Buradaki materyalizmin bizdeki karşılığı laikliktir. Bu iş, din eşittir yobazlık denklemine kadar gitti. Hepimize yansıyan, Din deyince gözümüzün önüne Cumhuriyet dönemi filmlerindeki deli, kötü kişiler geldi...
Peki, yalan mı Yılmaz Erdoğanın söyledikleri?.. Bir-iki dizi ya da birkaç film dışında; ezan okuyan bir müezzin veya namaz kılan bir vatandaş görüyor musunuz?.. Gerçi; Yılmaz Erdoğanın filmlerinde de dindar insanlar hep öcüdür ya, o da ayrı bir handikap!..
Salih Tunanın deyimiyle şeytanla dost oldukları için aydın, ilerici, çağdaş(!) geçinen dizi ve film yapımcılarımız; toplumdan o kadar kopuklar ki; insanları, evlerine hâlâ ayakkabı ile sokuyorlar!..
Sonra da, bunları dile getirdi diye, Yılmaz Erdoğana yükleniyorlar: Amacı, iktidarla bağını güçlendirmek!
Tarık Akan kafalılar böyle derken, Ümit Ünal gibi yönetmenler de dediler ki; Geç bile kalındı... Bunlar, 30 yıl önce söylenmesi gereken sözlerdi.
SOLDAKİ HAKARET KABIZLIĞI!
Cüneyt Özdemir ise, Solun içine düştüğü acziyeti, hakaret kabızlığı yaşamalarıyla izah etti ve bakın neler dedi;
Bunlar şu aralar bizim mahalle için hayli tehlikeli tartışmalar aslında. Muhafazakâr kesime karşı kendilerini aydın olarak tanımlayan, sunan, pazarlayan, alkışlanan kesimin içindeki cahilliği teşhir etmek, linç mangasının önüne kendini atmaktan farksız.(...)
Bugün din ile ilgili söylediğiniz hemen her türlü özeleştiri ya da söz dönüp dolaştırılıp AK Parti yandaşlığına bağlanıyor. AK Parti düşmanlığına soyunan bir kesimin sistemli itibarsızlaştırma kampanyalarının, belaltı vuruşlarının ve açık söyleyeyim basın eliyle yürütülen itibarsızlaştırma operasyonlarının kurbanı olunuyor.
Bunu yapanların kafaları o kadar karışık ki, hakaret hazinelerindeki vasatlık kendilerini ele veriyor. En son Yılmaz Erdoğana hakaret niyetine Badem bıyık bıraksın diye dalga geçenlere rastladım. Kim bu badem bıyıklılar sahi, düşman bir ülkenin vatandaşları mı?!?
DAHA NE SIRLAR DÖKÜLECEK!
Uzun lâfın kısası;
Mustafa Kuseyrinin ölümü ile başlayan, Kanlı 1 Mayıs ile devam eden, Ezansız Sinema ile zirveleşen itiraflar, bakalım nerelere uzanacak?..
Soldaki bu çözülmeyi merak ve heyecanla takip ediyorum...
Bizim ezik-büzük taifesinin gıpta ettiği ve sosyalist olmaya özendiği adamlar, bugün dipte debeleniyor!
En başta dedim ya;
Ben, bizim mahallede yenen haltlara üzülüyordum...
Solcu ve sosyalistler ise herhalde kendi mahallelerinde dönen tezgâhların ortaya dökülmesine üzülüyorlardır!..
Üzülmesinler de naapsınlar?
CHP nasıl kurtulur?
1970li yıllardı... Ankarada öğrenci iken; Genco Erkalın oynadığı Asiye Nasıl Kurtulur? adlı tiyatro oyununu izlemeye gitmiştim... Asiyenin nasıl kurtulduğunu ve kimin, nasıl kurtardığını elbette öğrenememiştim... Çünkü efendim; protesto edip, oyunun yarısında dışarıya çıkmıştım...
Sizin anlayacağınız; onlar Asiyeyi kurtarmaya uğraşırlarken, ben, kendimi kurtarmıştım!..
Evet; 1970li yıllarda, Ankaranın gündeminde Asiye Nasıl Kurtulur? vardı... 42 yıl sonra bugün ise, aynı Ankaranın gündeminde CHP nasıl kurtulur? sorusuna cevap aranıyor!..
Görüşler muhtelif... Bazılarına göre; CHPyi kurtarsa kurtarsa Kemal Kılıçdaroğlu kurtarır!.. Bazılarına göre ise; Gürsel Tekin ile Mustafa Sarıgül el ele verir ise, CHP, kurtulmakla kalmaz, uçuşa bile geçer!..
Berhan Şimşek ise, tam aksi görüşte... Berhan Şimşeke göre; bırakın Kemal Kılıçdaroğlunun kurtarmasını; Kemal Atatürk bile gelse CHPyi kurtaramaz!.. Çünkü, CHPnin başında Kemal yok, onun fotokopisi bir Kemalist var!.. Ve ayrıca; kasetleri çıkan her sanatçının bir hikâyesi varken, kasetle gelen Bay Kılıçdaroğlunun bir hikâyesi bile yok!..
Hikâyesi olmayan bir adam da CHPyi kurtaramaz!..
Sözün özü; 42 yıl önce Asiyenin nasıl kurtulduğunu öğrenemeyen ben, acaba, CHPnin nasıl kurtulduğunu öğrenmek için, 42 yıl daha mı bekleyeceğim?!?..