Yine Sivas
Sadece şairlerin katıldığı bir toplantıya davet edilmiştim. Salonda iki tane "sağcı" şair vardı, gerisi solcuydu. Solcuların bir kısmını yakından tanıyor, bazılarını ise ilk kez görüyordum.
Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de insanlık dramı yaşanıyordu ve şairlerin, ideolojilerini bir kenara bırakarak bir şeyler yapması gerekiyordu.
Bir bildiri, bir etkinlik vs.
Evet, konu buydu.
Sözü ilk olarak eski tüfek solculardan biri aldı. Sanki orada bir edebiyatçı değil, bir külhanbeyi konuşuyordu. Masadaki herkese, tabi bilhassa solculara, "ortada Sivas katliamı gibi bir olgu dururken, ne birlikteliği, ne ortak işi" diye çıkıştı.
Cümlesini bitirir bitirmez, neredeyse herkes bana baktı. Sanki sözü edilen olay benim yüzümden çıkmıştı.
Mecburen söz aldım. Ve şunu söyledim: "Siz Sivas olaylarını gündeme getirip bana bakarsanız, ben de Başbağlar katliamını gündeme getirip size bakarım. Ve bu şekilde, sabahlara kadar bakışıp dururuz."
Tabii o toplantıdan kayda değer bir şey çıkmadı.
Acemi birliğimi Sivas’taki piyade alayında yaptım. Yine, Sivas olaylarından sonra şehre gidip ahaliyle konuştum. Ayrıca Madımak otelini de yakından inceledim. Olayla ilgili karanlıkta kalmış onlarca soru ve sorun vardı. Mesela piyade alayı ile otel arasındaki mesafe beş dakika bile değildi. Fakat ne hikmetse, saatler sonra müdahale edilmişti.
Bu ve bunun gibi şeyler konuşulmuyor. Konuyla ilgili sohbet ettiğim Sivaslıların bir kısmı arkadaşımdı. Yeminler ederek, olayları başlatanların Sivas ile bir ilgilerinin olmadığını söylemişlerdi. Bu da konuşulmuyor.
Bunları niçin yazıyorum?
Elbette Sivas’ta olanlar için üzülüyoruz. Asım Bezirci, Metin Altıok, Muhlis Akarsu bizim için de çok değerli imzalar, isimler. Fakat Sivas olaylarının mütedeyyin insanlara yüklenmeye çalışılması, kabul edilebilecek bir şey değil.
Sivas olaylarının üstünden on beş yıl geçti. Sadece 2 Temmuz’da değil, geriye kalan 364 günde de sıklıkla Sivas vurgusu yapıldı, yapılıyor. İnsanların "bir acıya kiracı" olması, elbette anlamlı ve dokunaklı bir şey. Fakat bunu yaparken, başka insanları, sırf inançlarından ya da durdukları yerden dolayı zan altında bırakmaları, özellikle edebiyatçılara yakışan bir davranış değil. Mesela bir şiir etkinliğine gidiyorsunuz; şairlerden birkaç tanesi, ısrarlı bir şekilde, üstelik hiç gereği yokken ya da yıldönümü falan değilken, Sivas vurgusu yapıyor. Konuşmasında, şiirinde vs. Bunu en son Sapanca Şiir Akşamları’nda, üstelik üç kez yaşadık.
Aslında bütün mesele şu:
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sol ve sosyalist ideolojiler ciddi bir çöküş içinde.
Sovyetler çöktü. Ortaya çıkan manzara, hâlâ hafızalarda...
Doğu Bloğu parçalandı.
Küba, puro ve turizm cenneti oldu.
çin, başka bir şeye dönüştü.
Avrupa’daki sol ve sosyalist partiler, hızla liberalleşti.
Türkiye’de ciddi anlamda bir sol parti kalmadı. Mesela Baykal’ın ulusalcı faşistlerden ne farkı var? (1990 yapımı Kurtlarla Dans filminde, Kevin Costner’ın ağzından şöyle bir cümle dökülüyor: "Bizim ilişkimiz başarılarla değil, başarısızlıklarla ilerliyor." Evet, bu cümle, Türk solunu da çok iyi anlatıyor.)
Sosyalist grupların hali ortada... 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda polislerle bir kere çatışıyorlarsa, kendi aralarında on kere kavga ediyorlar.
Yine, dünün sosyalist, komünist kanaat önderleri, bugün holding falan yönetiyor. Ya da muhafazakârlarla birlikte siyaset yapıyor.
Son otuz yılda, Hikmet Kıvılcımlı gibi ciddi bir teorisyen de çıkaramadılar.
Dolayısıyla bir boşluğa düştüler.
Tutunacak bir dal, basacakları bir zemin arıyorlar.
İşte Sivas böyle bir zamana denk geldi. Ve şimdi, Sivas üzerinden yeni bir kimlik, yeni bir ideoloji inşa ediyorlar.
Şiirleri Sivas, dergileri Sivas, elektronik posta grupları Sivas...
Böyle bir kimliğin; yani ölüm, düşmanlık ve önyargıyla beslenen bir şeyin ömrü ne kadar uzun ve sağlıklı olur?
Bu bana, Amin Maalouf’un ölümcül Kimlikler adıyla Türkçeye çevrilen ve Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabını hatırlatıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.