Tatsız bir durum
Hep buna inandım: Korumak, almak yahut kazanmaktan üstündür. Daha kıymetlidir.
Aldığınız bir kitabı iyi korursanız, onu otuz yıl sonra da okursunuz. Evlatlarınıza bırakabilirsiniz.
Üsküp, Selânik gibi birçok güzel şehri İstanbul’dan önce fethettik. Fakat koruyamadık. Elimizden çıktı. Şimdi ne kadar uzakta. Ancak fotoğraflarına bakabiliyor, bir yabancı olarak gidebiliyoruz.
Korumak iki türlü olur. Maddî koruma ve manevî hürmet. Birincisi için her anlamda kuvvetli olmak, birlik ve beraberlik sergilemek gerekiyor. Biz düştük, şehirlerimiz düştü. Düşmek kelimesi de açılabilir: Önce tefrikaya düştük, sonra kuvvetten düştük. Bakınız: Balkan faciası.
Peki, İstanbul’a manevî hürmeti, gereken özeni gösteriyor muyuz? Tatsız bir soru.
Kıdemli bir İstanbullu olduğumuz söylenebilir. Ailemiz yetmiş yıldır burada, bu şehirde. Kırk sekiz yıldır ben de buradayım. Her şeyi gözümle gördüm. İçim bu yüzden rahat değil.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği semtte tanıdık olarak birkaç çınar ve dişbudak ağacı kaldı. Her şey tamamen silindi, değişti. Hiç olmamış gibi.
Yakıcı bir değişim, yıkıcı bir dönüşüm yaşandı, yaşanıyor. Aziz İstanbul, devasa bir inşaat sahası oldu. Şehirden ziyade şantiyeye benziyor. Toprak ile rant, maalesef aynı anlama büründü. Adamını bulan, kitabına uyduran, kılıfını hazırlayan, imkânı yakalayan… Bu şekilde devam edip gidiyor. Elbette üzülüyoruz.
Kentsel dönüşüm, kültürel değişim haline geldi. Mahalle kültürü yok oluyor. Çocuklarımız hayata dokunmadan, sokağa inmeden, hatıra biriktirmeden büyüyor. Televizyonun, tabletin, bilgisayarın, cep telefonunun içinde. Gerçek hayatın ve insanın uzağında. Bu yüzden psikolojik dirençleri çok zayıf. Bir tuşa dokununca her istediklerinin olacağını sanıyorlar.
İstanbul’un abide yapıları, yani ziynetleri, azman binalarla gölgelendi. Silüet deniliyor. Ben ‘çehre’ demeyi tercih ediyorum. Şehrin çehresi değişti. Artık onu tanıyamıyoruz. Konut piyasasını canlandırmak için sanki şehrimizi öldürüyoruz.
Büyüklerimiz “hakkını vermek” şartıyla bize kalem, defter, kitap hediye ederdi. Mükemmel bir terbiye yöntemiydi bu. İnsanı dikkatli davranmaya davet eden.
Hayatın ve kulluğun hakkını vermek. Bulunduğumuz makamın, yaptığımız işin, yaşadığımız şehrin hakkını vermek. Her birini emanet olarak görmek. Belediye başkanları gidiyor, bürokratlar değişiyor, siyasiler yenileniyor, şehir ise kalıyor.
***
Suçlu aramak kolaydır, hemen bulunur. Bahane üretmek, sermaye istemez, işçilik gerektirmez.
Nasıl olacak, bilemiyorum. Geri dönüşümü olmayan, telâfisi bulunmayan kalıcı zararlardan bahsediyoruz. Hayatımızın üstüne adeta beton döküyoruz. Parklarımız, meydanlarımız, cami önlerimiz bile betonarme.
Yüksek binalar nedeniyle gökyüzü kapandı, kapanıyor. Ufukla beraber ufkumuz da yok oluyor.
Yanlış olmasın, anlaşılmasın. İstanbul’a zorluk derecesi yüksek sayısız hizmet yapıldı. Günlük hayatın bazı bölümleri kolaylaştı. Övüneceğimiz işler gerçekleşti. O halde derdimiz ne?
Ciddi bir denge sorunu yaşıyoruz. Ölçüyü bulamıyoruz. İtirazımız buna.
Dengeyi sağlamak niçin mühimdir? Mesela: Temsil konusunda sıkıntı yaşarken tebliğ işine girişirseniz, sadece samimiyet sınavını kaybetmiş olmazsınız.
Bu yazı fetih gününde yazılıyor. Örneğimizi ona göre verelim. Ahmed Amîş Efendi şöyle demiş: “İnsanlardan bazıları, kendini kurtarmadan başkalarını kurtarmaya kalkışıyor.” (Fatih Sertürbedârı Tırnovalı Ahmed Amîş Efendi, Seçil Ofset Kasım 2017, sayfa 69.) İşte böyle bir durum.
Hırs, ihtiras, maddiyat, gösteriş ve kör rekâbetin elinden kurtulmadan kurtarıcı olamayız. Bunlar yapıcı değil, yıkıcı huylardır.
Fetih gönülle başlar ve yine onunla devam eder. Şenlendirme fikri, ihya etme duygusu önce gönlümüzde yeşermelidir. Oluşacak güzellik, elbet diğer gönüllere de sirayet edecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.