Normalleşen Türkiye'den birkaç fotoğraf
Bana mı öyle geliyor, yoksa Türkiye gerçekten normalleşiyor mu?.. Manzaraya bakar mısınız; daha düne kadar; “başörtüsü” mü, “türban” mı denilerek, örtü üzerinde “toplu iğne” arayan, iğneli bir başörtüsünü “türban” sayıp “yassah” diyen komutanlar, bugün başörtülü öğrenciye “diploma” veriyor...
Olayı biliyorsunuz...
8 Haziran Cuma günü Adıyaman Üniversitesi’nde düzenlenen “mezuniyet töreni”nde, okulu dereceyle bitiren “başörtülü” öğrenci Fadime Akkuş’a, diploması Adıyaman Garnizon Komutanı Jandarma Albay Yusuf Yalçın tarafından verilmiş, iyi mi?..
Fadime Akkuş, törenden sonra duygularını soranlara demiş ki;
“Başörtülülere, eskisi gibi önyargı ile bakmıyorlar... Bundan dolayı mutluyuz.”
Demek oluyor ki;
Türkiye, gerçekten normalleşiyor.
Normalleşiyor ki;
Adıyaman’da olduğu gibi;
Rize’deki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’ndeki mezuniyet gecesinde de, “başörtülü öğrenciler”e diplomalarını Rize İl Jandarma Komutanı Jandarma Kıdemli Albay Turhan Talu vermiş, iyi mi?..
LAİKLİK ELDEN GİTMEDİ!
Adıyaman ve Rize’de başörtülü öğrenciler, “diploma”larını “garnizon komutanları”nın ellerinden aldıklarına ve bu olaylar sonrasında “laiklik krizi” çıkmadığına, “cumhuriyet rejimi elden gitmediğine ve yıkılıvermediğine” göre, eh “irtica”(!) da hortlamadığına yani “her şey yerli yerinde” durduğuna göre, Türkiye gerçekten de normalleşiyor!..
Böyle bir tablo, 10 yıl önce hayâl bile edilemezdi... Bugün, gerçek oldu...
İşte “özlenen tablo” budur!..
“Normalleşme” budur!..
Bu “normalleşme”yi, elbette AK Parti İktidarı’na ve “Şiddete başvurmadan, başkasının özgürlük alanını ihlâl etmeden bu ülke her şeyi ama her şeyi açık yüreklilikle konuşsun istiyoruz. Kimse kimseye yaşam tarzını, kimse kimseye ideolojisini enjekte etmeye kalkmasın istiyoruz” diyen Başbakan Tayyip Erdoğan’a borçluyuz.
ATATÜRK VE MENDERES’İN NAAŞI!
Ne diyor Erdoğan;
“Bu ülke, her şeyi ama her şeyi açık yüreklilikle konuşsun!”
Peki, konuşuyor mu?.. Elbette konuşuyor.
Atatürk’ü de konuşuyor,
Menderes’i de konuşuyor.
Mesela;
Eski DYP Milletvekili Mustafa Kemal Aykurt ortaya çıkıp; idam edilen eski Başbakan Adnan Menderes’in naaşının anıtmezarda olmadığını, demir bir kafes içinde denize atıldığını iddia ediyor... İstanbul’daki anıtmezarda bir bekçinin yattığını öne süren ve “Bunun için DNA testi herhalde yeter, iddiamın doğru olup olmadığını kanıtlar” diyen Aykurt, şöyle devam ediyor:
“Bunun görgü şahidi var, şu anda 70 yaşında olan bir şahıs. O gün askermiş ama can korkusuyla açıklama yapamıyor.”
Bu, elbette bir iddia... Ama, ayakları yere basıyor ise, elbette araştırılmalıdır!..
Demem o ki;
Türkiye, iyi ki normalleşiyor...
Türkiye, iyi ki konuşuyor.
Eğer konuşmasaydı, böyle bir iddia kesinlikle ortaya atılamazdı...
Türkiye, eğer “konuşmasa”ydı, herhalde “Atatürk’ün öldürüldüğü”nü iddia eden de çıkmazdı.
Herhalde biliyorsunuz;
Ankaralı işadamı ve koleksiyoncu Muhammet Yüksel diye bir adam çıktı ortaya ve otopsi yapılmadığı açıklanan Atatürk’ün naaşına, gizli otopsi yapıldığına dair elinde operasyona katılan bir doktor tarafından çekilmiş fotoğraflar bulunduğunu, Atatürk’ün; saligran isimli civa içeren bir ilaçla yavaş yavaş zehirlenerek öldürüldüğünü iddia etti.
Yüksel; otopsiyi doktorlar Akil Muhtar, Mehmet Kamil, Süreyya Hidayet, Nuri Ulusu ve Abravaya Marmaralı’dan oluşan heyetin yaptığını ileri sürerken şu iddialarda bulundu:
“Otopsi ve tahnit işlemi 12 Kasım’da yapılmış... Ancak ortada açıklanan bir rapor yok. Otopsi raporunun da devletin arşivinde olabileceğini düşünüyorum ve açıklanmasını istiyorum... Neden halka aydınlatıcı bir bilgi verilmediğini soruyorum. Bu ülkenin kurucusu ölüyor ve ‘nasılsa karaciğer sirozu’ diye sorgulanmıyor... Atatürkle ilgili gerçekleri bütün Türk vatandaşlarının bilmesini istiyorum.”
Gerçekleri bilmek, herkesin hakkı...
Atatürk’ün “siroz”dan mı öldüğü, yoksa “saligran” adlı bir ilaçla yavaş yavaş mı öldürüldüğü de araştırılmalıdır.
Madem normalleşiyoruz; o halde Atatürk’le ilgili “tabu”lar da yıkılmalıdır.
ATATÜRK’ÜN MAL VARLIĞI
Bugün, Atatürk’ün “ölmediğini”, onun “öldürüldüğünü” konuşan Türkiye, aynı Atatürk’ün “mal varlığı”nı da konuşuyor.
Meselâ, Tarihçi Mustafa Armağan; Atatürk’ün 11 Haziran 1937’de Hazine’ye devrettiği ve kendisi tarafından listelenen “mal varlığı” dökümünün “orijinal”ine Başbakanlık Arşivi’nde ulaştığını söylüyor...
Herhalde söylemeye gerek yok;
Atatürk’ün mal varlığı konusu; bağışlandığı 1937’den beri bilinse de; 1968’e kadar tartışma gündemine getirilmemiş... Fethi Naci’nin 1968 tarihli “100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri” kitabı bu konuya yer vermiş... Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabında bu konuyu özet geçmiş. Nihayet çok okunduğu için Atatürk’ün mal varlığı bilgisini kamuoyuna mal eden eser 1970 Şubat’ında arz-ı endam etmiş kitapçı vitrinlerine: Yazan: İsmail Cem. Adı: “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”.
Ne var ki;
Hiçbirinde “tam ve eksiksiz liste” yok... İşte, Mustafa Armağan, bu listeye “Başbakanlık Arşivi”nde ulaşmış...
Armağan’ın ulaştığı listeden;
Atatürk’ün; 154 bin 729 dönüm araziye; 91 binaya; 6 fabrika, 5 imalathane, 4 lokanta, 1 değirmen ve 1 çeltik fabrikası ortaklığına; 2 tavuk çiftliğine, 2 fırına, iki özel iskeleye, 5 mağazaya, çeşitli sulama vs. tesisatına, köprülere, müzeye ve hayvanat bahçesine; 13 bin 100 baş koyun, 443 büyükbaş sığır, at ve 2 bin 450 adet tavuğa; traktör, deniz motoru, kamyon, kamyonet, otomobil ve servis araçlarına sahip olduğunu görüyoruz.
Atatürk, sahip olduğu bu “mal varlığı”nı elbette sırtına yükleyip de öteki dünyaya götürmemiş... Hepsini Hazine’ye devretmiş...
İyi, hoş da;
“Hintli Müslümanlar”dan gelen paralarla kurulan İş Bankası’ndaki hisselerini niye CHP’ye devretti ve CHP; nasıl oluyor da, “Dünyada bankası olan tek parti” oluyor, anlaşılır gibi değil!.. Keşke, onu da Hazine’ye devretseydi!..
Devretseydi de, konuşmasaydık!..
Neyse, bir gün gelir; belki onun belgeleri de çıkar ortaya!..
O zaman, bunu da konuşuruz...
ANKARA’DA ITRÎ KONSERİ
Bugün konuşmamız gereken konu ise, “Ankara’daki Itrî ve Nâbî gecesi”dir... Efendim, ben de Murat Bardakçı’dan öğrendim...
Dün akşam, Ankara’daki Devlet Konser Salonu’nda bir “anma toplantısı” yapılmış, bir de “konser” verilmiş!..
Adı üstünde, “Devlet Konser Salonu”nda konser verilmesinden doğal ne olabilir?.. Ama, kazın ayağı hiç de öyle değil...
Bakın, Murat Bardakçı; aslında “hiç yaşanmaması” gereken bu “hüzünlü hikâye”yi nasıl anlatıyor:
“12 Mart Darbesi’nden sonra başbakan olan Nihat Erim, Amerika’daki üniversitelerde Türk Edebiyatı hocalığı yapan Talât Halman’ı Kültür Bakanlığı’na getirmişti.
Size belki tuhaf gelebilir ve anlamakta zorlanabilirsiniz: O yılların Türkiye’sinde, “Türk Müziği’nin eğitimi yasak”tı, hattâ devlete ait konser salonlarında bir Türk Müziği konserinin verilmesi düşünülemezdi bile...
Talât Halman, bu saçmalığa son vermek ve belki de bir ilki hayata geçirmek istediğinden olacak; Ankara’daki evini her cumartesi günü musiki heveslilerine ve radyonun yetenekli gençlerine açıp ders veren ve onlarla birlikte musiki icra eden bestekâr İsmail Baha Sürelsan’dan, Devlet Konser Salonu’nda bir “Itrî Konseri” vermesini istedi.
Lisede öğrencilik senelerimdi ve gayet iyi hatırlarım: Başkentin göbeğine sanki koskoca bir bomba düşmüştü! Bir kesim ayağa kalktı, “Atatürk’ün mirası olan senfoni orkestrasına mahsus salonda teksesli alaturka müzik yapılamaz” diye tutturdu.
Ardından, Milliyet Gazetesi’nde devlet sanatçısı viyolonist Suna Kan’ın bir açık mektubu yayınlandı. Suna Kan, “Devlet Konser Salonu’nda böyle bir konser verildiği takdirde devlet sanatçılığı unvânını iade edeceğini” söylüyordu.
Netice tahmin edemeyeceğiniz şekilde oldu, konser iptal edildi, Nihat Erim hadiseden birkaç hafta sonra hükümette değişiklik yaptı, Talât Halman yeni hükümette yer almadı ve Amerika’ya döndü!”
Murat Bardakçı’nın bu yazdıkları da gösteriyor ki; “Klasik Türk Musikisi”nin ve “Alaturka”nın tek düşmanı Fazıl Say gibiler değildir...
Onların “haminne”leri olan Suna Kan gibiler de; birer “Itrî düşmanı”dır!..
Düşünebiliyor musunuz;
Fazıl Say gibiler “ülkeyi terk edeceğini” söylerken, “haminne”si olan Suna Kan’lar da “devlet sanatçılığı” unvânını terk edeceğini söylemiş!..
Keşke terk etselerdi!..
Biri unvanını, diğeri ülkeyi!..
SON SÖZ NÂBÎ’NİN
Her neyse; 41 yıl önce Suna Kan gibi “kanı şüpheli”lerin engel olduğu Itrî konseri, dün akşam gerçekleştirilmiş.
Sizin anlayacağınız;
Dîvan edebiyatımızın en büyük isimlerinden olan Urfalı şair Nâbî hakkında “anma toplantısı” yapılmış, konserde de Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi’nin eserleri icra edilmiş...
Çünkü efendim;
Nâbî ve Itrî, hayata 1712’de veda etmişler ve 300. ölüm yıldönümleri olan 2012 yılı da; UNESCO tarafından onların adı ile “Itrî” ve “Nâbî Yılı” ilân edilmişti...
Düşünebiliyor musunuz;
Elin gâvuru, Itrî ve Nâbî’yi anmak için “yıl” tahsis ediyor, biz ise onları yasaklıyoruz!..
Niye acaba?..
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’i öven “en güzel ve en güçlü Nâ’t”leri Nâbî yazdığı için mi?..
Orasını bilemiyorum...
Bildiğim şu ki; Nâbî’nin öyle bir “gazel”i vardır ki, hemen herkes okuyup, ibret almalıdır.
Türkçesi şöyledir:
“Biz, dünya bağının ilkbaharını da, sonbaharını da, sevincini de, gamını da gördük. ...Talihinin açılmasından ve yükselmenden dolayı mağrur olayım deme, biz kapıldığı gururdan mestolmuş binlerce kişinin daha sonraları ne hâle geldiğini de gördük”.
Şükür ki, biz de gördük...
10 yıl önce; “dediğim dedik” diyen despotlar ve “burnundan kıl aldırmayanlar”ın yaşadığı Türkiye’nin “normalleştiğini” gördük!..
Gerçekten normalleşiyoruz...
Yoksa;
Bunları nasıl yazardık?!?..
Acizliğin fotoğrafı!
“Kürtaj yanlısı” taife o kadar çaresiz ki; savaş meydanına “eski”leri sürmeye ve onlardan medet ummaya başladı... “Başbakan’a kürtaj ve sezaryen tepkisi” göstermesi için, “98’lik Sümerolog M. İlmiye Çığ”a ve “hayızdan-nifas”tan kesilmiş “yaşlı teyze”lere kalmışlar ki, vah ki, vah...
“Şu pankart ve taşıyanına” bakın hele!..
Neymiş, “sevişir”miş ama “evlenmez”miş!..
“Hamile kalır”mış ama “doğurmaz”mış!..
Kim?.. Pankart taşıyan bu kadın mı?!?..
Ne günlere kaldık Ya Rabbi... Fesûbhanallah!..