Seçmeli-meçmeli, zorunlu-morunlu
Ülke gündeminde Anadilde eğitim var... Ama rivayet yine muhtelif: Kimi seçmeli diyor, manavdan karpuz seçer gibi, kimisi zorunlu...
Türkçe nasıl seçmeli değilse, Kürtçe de seçmeli olamaz.
Cümlelerin içinde, Ya seçmezlerse endişesi fışkırıyor...
Buna cevap şöyle: Türkçe ulusal dildir, tabii ki seçmeli olmayacak.
Burada da Ya seçerlerse endişesi sırıtıyor. Çocuklarımızın geleceği üstüne laf üretiyoruz.
Kuraldır: Fikir ve çözüm üretemeyen siyaset lâf üretir: Hem de lâf-u güzaf (lüzumsuz söz) üretir!
Siyasetçilerimize baksanıza: Yüreğiyle konuşan yok. Birlikte çözüm üretelim çağrısı bile Sen üç koyun güdemezsin mesajı eşliğinde yapılıyor.
Vakit kaybedip duruyoruz. Oysa tâ en başında Anadil serbesttir denseydi, şimdi çok mesafe alınmış olunurdu. Yasak dedik... Hatta Kürt olmak, Laz olmak bile yasaktı! Kürtler Dağ Türkleri, Lazlar Sahil Türkleriydi!..
Dağlara çok kar yağar, buz olur, buzun üstüne basılınca kart-kurt diye kırılır, bu yüzden Dağ Türklerine, kart-kurttan bozma Kürt denmiş! Lazlara da denizin sahille buluşmasından çıkan sesten dolayı Laz denmiş!
Eminim bunları uyduranlar da inanmamıştı, ama gerçeği aramak yasak olduğundan, herkes inanır gibi yapmıştı.
Kürtler sadece Kürtçenin yasaklandığını zannediyor, hâlbuki tüm yerel diller yasaktı. Bu yüzden ilkokulda Başöğretmenin şaplağını bile yedim. Düşünebiliyor musunuz, ana dili Lâzca olan bir çocuk (bendeniz), tek kelime Lâzca konuştu diye Laz öğretmenden dayak yiyor?
Anlatmıştım sanırım, ama makam münasebetiyle bir kez daha anlatmama izin verin lütfen...
Kalecik İlkokulunun daracık bahçesinde sıra olmuşuz. İncecik önlüklerimizin içinde titreşiyoruz. Aklına nereden estiyse esti, Başöğretmenin, o sabah nutuk atacağı tuttu.
Eski bej paltosunun içinde iki büklüm basamakları çıkıp okulun giriş kapısının önünde gergin mi gergin durdu. Âdeti olduğu üzere, sıradaki öğrencileri, kıpırdayanın dişlerini sökerim modunda bir zaman süzdükten sonra, başladı konuşmaya: Çocuklar, biz Türküz! Burası da Türkiye! Türkiyede Türkçe konuşulur, Türkçe yazılır, Türkçe okunur...
Türkçe ağlanır mıydı?.. Hangi dilden bilmiyorum, ama düpedüz ağlıyordum...
Çünkü bütün söylediklerini üzerime almıştım. Neden derseniz, bir gün önce katıldığım bir akraba düğününde, gecenin bir vakti ağzımdan Lâzca bir kelime kaçmıştı. Kaçmasıyla ensemde bir tokadın şaklaması bir olmuştu. Arkama dönünce Başöğretmenimle burun buruna gelmiştim: Sen de mi Brütüs der gibi bakıyordu. Mahçup mahçup önüme bakmıştım. Ama yerin dibine de batmıştım. Onca insanın önünde dayak yemeyi içime sindirememiştim.
Belli ki, Başöğretmenimin öfkesi geçmemiş, olaya dramatik bir boyut katıp okula taşımıştı. Bütün arkadaşlarım benim yüzümden azarlanıyordu.
Uzattıkça öfkeleniyor, öfkelendikçe uzatıyordu:
Türkiyenin her yerinde Türkçe konuşulur, Türkçe yazılır, Türkçe okunur. Evlerinizde bile tek kelime Lâzca konuşmayacaksınız. Lâzca konuşanın dişlerini sökerim!
Ana dilde konuşmanın neden cürüm sayıldığını kestiremezdim. Bu durumda Türkiyeyi görmeye gelen turistlerin ne büyük güçlükler çektiğini düşünürdüm. Çünkü onlara da Türkçe konuşma mecburiyeti konduğunu sanırdım.
O gün hep benim gözlerimin içine baka baka konuştu. Sonunda yine gözlerimin içine bakarak: Şimdi çocuklar dedi, hep birlikte Ne mutlu Türküm diyene diye bağıracağız. Bir, ki, üç...
Bağırdık: Ne mutlu Türküm diyene!
Suçlanmamak için en çok da ben bağırdım: Fakat bağıra-çağıra mutlu olunmuyor...
Özgürlük mutluluktur!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.