Konya'da Mevlâna Celaleddin Rûmî İslam Mektebi'ni ziyaret
(Hayat-ı Muhayyel Sahneleri)
Konya'da "Mevlâna Celaleddin Rûmî İslâm Mektebi"nin ana kapısından içeriye giriyorum. Versailles Sarayı bahçelerini aratmayacak ağaçlar, çiçekler, güller, havuzlar, selsebiller... Ana kapıdan binaya giriyorum. Zemini antik terracota ile kaplı merasim salonu, karşıda çiniden bir pano: Mevlâna Hazretlerinin "Men bende-i Kur'ân'em eger can darem... / Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtar'em..." kıtası nefis bir tâlik ile yazılmış. Bu salon rasgele bir mektep girişi değil, sanki bir müze. Vitrinlerde eski eserlerin orijinalleri veya replikaları yer alıyor. Üst kata çifte merasim merdiveniyle çıkılıyor, duvarlarda harika görsel malzeme... Müdür beyin sekreteri beni birkaç dakika beklettikten sonra hazretin bürosuna alıyor. Kapıdan içeriye girer girmez gözlerim kamaşıyor... Dost başa bakarmış, önce tavanlar beni büyülüyor. İşlemeli, dillere destan ahşap bir tavan... Sanki semâyı seyrediyorum... Kevkebler, kehkeşanlar, Süreyyalar, Âfitablar, Kamerler... Eski Selçuklu, Osmanlı işi avizeler, duvarlarda tarihi canlandıran yağlı boya tablolar, gravürler, maun ve akaju ağacından kütüphane ve vitrinlerde maroken ciltli kitaplar, el sanatı ürünleri... Toprak ve madenî eşyalar... Burada ne kokuyor? Hah bildim. Ruhaniyet, tarih ve sanatla karışık ûd kokusu bu.
Yerlerde kıymetli halılar, koltuklar, kanepeler, sehpalar, bir köşede 12 kişilik toplantı masası, üzerindeki kokulu güller her gün değiştiriliyormuş.
Size müdür beyden bahsedeceğim ama önce yazı bürosunu anlatmadan bunu yapamam. Büro başlı başına bir şaheser. Yıldız'da Sultan Abdülhamid'in yaptığı bir yazıhane imiş. Binbir araştırma ve masraf ile satın alınıp buraya konulmuş. Ön tarafında gümüş ve porselen harika bir hokka takımı, bir kenarında Sevr işi bir abajur. Dekoratif bir telefon. Bu masanın üzerinde adî, sıradan, bayağı hiçbir şey yok. Dosyalar bile el yapımı Konya ebrusu kaplı. Müdürün arkasında Hz. Mevlâna'nın "Şefkat ve merhamette güneş gibi ol..." öğüdü nefis bir çini pano halinde asılı.
Bu girizgâhtan sonra Müdür beyi anlatabilirim. Müdür bey, Osmanlıca Türkçesini, edebi Farsça'yı, Arapça'yı, İngilizce'yi anadili gibi konuşan bir zat. Mısır'da, İngiltere'de basılmış ilmî ve edebî kitaplar sahibi. Ayrıca hattat ve neyzen.
Selâmdan, istifsar-ı hatırdan sonra çaylarımız geliyor. Tekke işi haydari giymiş son derece müeddeb, kibar, nazik bir genç, çay ile tarçınlı kurabiye getiriyor. Bardaklar kesme kristal, tabakları el işi Japon malı, kaşıklar bile birer şaheser. Çay Çin, Hint, Seylan karışımı imiş. Kurabiye de ömrüm boyunca yediklerimin en nefis ve lezizi idi.
Okulu gezmeye başladık. Önce, Türkçe Edebiyat dersine girdik. Koca Ragıb Paşa'yı okuyorlarmış. Hocanın masasında Ragıp Paşa Divanı duruyordu, bize verdi: "Efendim buyurunuz, herhangi bir sahifesini açıp çocuğumuza veriniz. Okusun, metin şerhi yapsın" dedi. Bana en yakın sarışın, zayıf, nahif çocuğa verdim. Hiç tereddüt etmeden, bocalayıp kekelemeden, fasih bir Türkçe ile aruz kurallarına dikkat ederek okudu, veznini söyledi ve metin şerhine başladı. Nerede edebî bir sanat varsa, biliyor, anlıyor ve anlatıyordu.
Doğrusu bu başarıdan büyük haz ve zevk aldım. İşte, Türk Edebiyatı böyle okutulmalıydı.
Müdür bey, Arapça dersi verilen bir sınıfa götürdü. Harirî'den bir metin okuyorlarmış. Hoca efendi, seçimini bize bırakarak öğrencileri kontrol ve imtihan etmemizi arzuladı. Orada da hayran kaldık. İşte Arapça böyle öğretilirdi. Çocuklar, kendi aralarında Arapça konuşuyor, birbirlerine Arapça mektuplar yazabiliyormuş. Hatta çok istidatlı gençlerden biri 16 sayfalık Arapça bir broşür yazmış ve yayınlanmış. Bir nüshasını bana hediye ettiler.
Girdiğimiz üçüncü dershanede Hüsn-i Hat dersi vardı. Öğrenciler, kamış kalemlerle aherli kâğıtların üzerine hat meşk ediyordu. Duvardaki zerendut "men câle nâle" levhası yüzümüze gülüyor, ruhumuzu güneş gibi aydınlatıp ısıtıyordu. Okulun Hüsn-i Hat öğretmeni yazmış.
Oradan da hayran, memnun, mahzuz, mes'ud ve mesrur ayrıldım.
Mektepte sanat atölyeleri de varmış. Onlardan birini gezdik. Çocuklar geleneksel metotlarla el yapımı kâğıt üretiyorlardı. Yurt dışından bile sipariş almışlar...
Öğle yemeği vakti gelmişti. Müdür beyefendi ısrarla yemeğe kalmamızı istedi. Yemekhaneye geçtik. Bu müstesna mektebin yemekhanesi de bir âlemdi. Masalar, tabaklar, sürahiler, ekmek sepetleri, her şey güzel ve zarifti. Peygamber (Salât ve selam olsun ona) sünnetinin sınırlarını çiğnememek için lüks yemekler vermiyorlarmış. Doymayanlar, ekmeği biraz fazla yesinler... O günkü menüde ismini yeni öğrendiğim bir Konya çorbası, üzerinde bir miktar kızarmış tavuk bulunan Özbek pilavı ve erik hoşafı vardı. Ve yanında salata... Yemeğe besmeleyle başlandı. Sonunda kısa bir dua edildi.
Öğle namazına 15 dakika kalmıştı. Öğrenciler abdest tazelediler. (Tazelediler diyorum çünkü Hz. Mevlâna'nın düsturlarına göre devamlı olarak abdestli bulunuluyormuş). Okulun mescidine geçtik. Bu ilim, irfan ve maarif müessesesinde bütün talebelerin, öğretmenlerin, idarecilerin, herkesin farz namazları cemaatle kılması mecburiymiş...
Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlandı, hicaz makamından.
Ya Rabbi ne kadar güzel ezandı o.
Sünnet kılındı, kamet getirildi. İmam efendi harika Osmanlı cübbesi ve yine harika sarığıyla mihraba geçti... Son sünnet, tesbihat, aşr-ı şerif... Hoparlör tesisatı yoktu. İmamın ve müezzinlerin sesi, mescidin akustiği, kıraati ve tilâveti güzelce işitmeye yetiyordu. Talebenin elbiselerine baktım. Eski Galatasaray Sultanisi'nin öğrenci kıyafetine benziyordu. Başlarında Konya'da özel olarak üretilmiş devetüyü ile bal rengi arası serpuşlar vardı. Konya'yı ziyaret eden Amerikalı turistler bunları çok beğenmişler, alıp memleketlerine götürmüşler. Şimdi oradaki bazı şehirlere ihraç ediliyormuş.
Müdür bey, bendenize okulun yayınlarından birer nüsha hediye etmek lütfunda bulundu. Osmanlı harfleriyle basılmış, yılda üç nüsha çıkan bir dergi... Yılda bir nüsha çıkan Arapça dergi... Yılda iki nüsha çıkan İngilizce dergi... Bir de sanat yayını... Ayrıca çeşitli konularda kitapçıklar, albümler... Son sınıf öğrencilerinin İznik gezisine ait nefis resimli bir kitap... Öğrencilerin deneme yazıları vesaire...
Okulun mescidinde, Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gecelerde kışın yatsı namazından sonra, yazın akşamdan sonra Mevlevî ayini yapılıyormuş. Başta vali ve belediye reisi beyefendiler, paşalar, erkân-ı devlet, ulema ve meşayih de geliyormuş.
Müdür beye sordum: Bütün talebeler Mevlevî midir? Hayır dedi. Altmış kadar öğrencimiz Mevlevî muhibbidir. Bin bir çilesi çekmedikleri için onlar henüz derviş olamadı. Mektebimizde tarikat propagandası yapmak yasaktır. Hele cemaat propagandası hiç yapılmaz, yapılamaz. Geçen sene cemaat militanlığı yapan bir öğrencimizi tard ettik...
Bu anlattıklarım "Mevlâna Celaleddin Rumî İslâm Mektebi"nin haslet, fazilet ve meziyetlerinden binde biri bile değildir...
Mektebi gezdikten sonra geleceğimizi daha parlak, daha hayırlı gördüm ve böyle hayırlı ve vasıflı maarif müesseselerinin çoğalmasını temenni ettim. İnşallah.