Adı “Bombacı Vali”ye Çıkan Mahmut Yılbaş’la ilgili Bir
O yıllarda Yüzüncü yıl Üniversitesi Araştırma Hastanesi’nin Başhekimliğini yapıyordum. Hastaneyi henüz kurmuş, yeni yeni hasta yatırmaya başlamıştık. Çok eksiğimiz vardı. Ama bunlardan en kötüsü, ilk aylarda çektiğimiz gıda sıkıntısı idi şüphesiz. Yatan hastalarımıza yemek çıkarmakta güçlük çekiyorduk.
Ödeneklerimiz kısıtlı idi. Var olanları da sistem kurmak ve onu işletmeye yöneltiyorduk. Bu arada Sevgili Dekanımız Prof.Dr. Dursun Odabaş’ın makamında var olan tek masada, (ücretini hastaneyi yaşatma derneğine kestirdiği) nasıl hasta baktığını da unutmamak gerekiyor.
Rektörlük fazla bir şey veremiyordu. Zira Rektörümüz Sayın Prof.Dr. Seyid Mehmet Şen Hoca da sakıncalılar listesinde idi. Büyük gayretine rağmen ihtiyaçlarımızı yeterince karşılayamıyordu. O da YÖK tarafından ödenekleri kısıtlanmış, tehditlerle, baskılarla, soruşturmalarla rektörlükten istifa etmek noktasına getirilmişti çünkü.
Sebep malum; Cumhuriyetin temellerine dinamit koymak üzere(!) girişilen kadrolaşma harekâtı, laiklik aleyhine yapılan icraatlar (Bilmem hangi tuvaletin alafrangadan alaturkaya çevirmek ya da ayakta işenen pisuarların kaldırılmak gibi, Rahmetli Adnan Menderes’i idama götüren bebek davası, köpek davasına benzer müptezel iddialar, uyduruk suçlar!) ve tabii en büyük kabahati; Sayın rektörümüzün o günlerde (“belki de” demek lazım, “gizli kılan!” varsa bilemeyiz tabii) ülkemizdeki mevkîdaşları arasında tek namaz kılan adam oluşu... Yani onu sıkıştırmanın da bir anlamı yoktu.
Bir ara iş dayanılmaz bir noktaya geldi. Hastanemizde gıda maddesi olarak sadece biraz bulgur, biraz da nohut kalmıştı... Yani midesi ameliyat olan hastaya nohutlu bulgur vermek durumunda kalmıştık. Dekanın, Rektörün yapabileceği bir şey yoktu. İş başa düşmüştü. Ya hasta yatırmayacaktık ya da bir çare bulacaktık. Gidilecek tek yer vardı: Vilayet, yani Valilik.
O güne kadar Sayın Valiyle hiç görüşmemiştik. Benim öyle Valiyle, Generalle vs. görüşememe gibi bir derdim hiç olmadı hayatta, çekinme babında. Yani görüşmemiş olmamız böyle bir sebepten ötürü değildi. Milletin kasvetli, burnu büyük, soğuk, karanlık, laikçi, derin devletin adamı gözüyle baktığı Sayın Vali üniversiteden her kim olursa olsun görüşmeyi kabul etmiyordu!.. Hem Van’a gideli, Başhekimlik görevine başlayalı da çok olmamıştı zaten.
Sayın rektörümüze valiyle görüşeceğimi söyledim. O da “Görüşebilirsen iyi olur, bizden sana fayda yok” dedi. “Dikkatli ol, tehlikeli bir adamdır” diye diye ilave etmeyi de ihmal etmedi!.. Biz de valilikle rektörlük arasındaki ilişkilerin hassasiyetini göz önünde bulundurarak birer üniversite öğretim üyesi olarak değil, hastane baştabipliği olarak randevu aldık, özel kalemden... Başhekim yardımcısı arkadaşlarla birlikte Valinin makam odasındayız:
Sizin üniversite neler yapıyor öyle? Ne biçim üniversiteniz var? Bilim adamlığı böyle mi olur? Laik Türkiye Cumhuriyeti…
Haydaaa… Yani bu ne oluyordu şimdi. Daha Selamun Aleykûm demedik!?..
Anlaşılan bizim “başhekimlik” dışındaki kimliğimiz, yani öğretim üyeliğimiz öğrenilmişti Sayın Vali tarafından, biz gidinceye kadar. Zaten o zamanlar devlet dairelerinde böyle bir selam vermek mümkün de değildi. Neden mi? Çünkü böyle bir giriş yaptığınız takdirde, olacağı varsa da işiniz olmaz bir de üstüne fişlenirdiniz, tabii daha önce zaten fişlenmemişseniz.
Sayın Valim, pardon! Sözünüzü kesiyorum ama… Bakınız, biz burada üniversitenin temsilcisi, sözcüsü filan değiliz. Dahası, özür dilerim ama buraya fırça yemeğe gelmedik!!!
…Valinin bu şekilde, daha doğru dürüst hoş geldin bile demeden söze başlamasına çok sinirlenmiştim. Bu sebeple elimde olmadan ve Valinin sözünü keserek böyle bir çıkış yapmıştım. (Böyle durumlarda çoğu zaman kendimi kaybeder, zararını, getirisini götürüsünü düşün(e)meden gereken cevabı veririm. Zaten hayatta başımı derde sokan yanlarımdan biri de budur.) Cümlelerr ağzımdan çıktıktan sonra, gereğini söyleyebilmiş olmanın verdiği bir ferahlıkla biraz kendime gelir gibi olmuş ve Valinin nasıl bir tutum sergileyeceğini belirlemeye çalışmıştım.
…Vali de şaşırmıştı benim çıkışıma. Alışık değildi. Klasik devlet memuru gibi el pençe divan duracağımı, süklüm püklüm özür dileyeceğimi, sonra da bir şeyler alabilmek için yalvaracağımı filan sanmıştı.
Anlamadım siz üniversiteden değil misiniz?
…Bunu söylediğinde anladım ki bizim çıkışımız iyi olmuş ve o çok mağrur, yakın tepeleri, Erek Dağını filan ben yarattım edasıyla duran Valiyi bir şekilde alt edebileceğim… Üstüne gitmeye karar verdim. Doğrusu, tanıyanlar bilir, bu gibi durumlarda geri durmak da karakterimin pek müsaade etiği bir şey değildir.
Evet, Sayın Valim ama biz üniversitenin sadece mensubuyuz. Bizim asıl yerimiz hastane. O söylediğiniz şeylerle de herhangi bir ilgimiz yok.
Sayın Vali biraz bozulmuş gibi oldu. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını, koskoca bir vali olarak bize nasıl tahakküm edeceğini tam kestirememiş gibi idi. Öylesine karışık bir yüz ifadesi ve ses tonuyla sordu.
O zaman niye geldiniz?
Sayın Valim, bakınız ben bu devletin bir müessesesinin başındaki bir insanım; mülki amiri olduğunuz bu vilayetin bir hastanesinin başhekimiyim. Ben bu devletin bir müessesesinin sağlık bakanlığına mı yoksa üniversiteye mi ait olduğunu düşünmem. Böyle bir ayırımcılık asla yapmam, yapamam. Bu kurumların tamamının devlete ait olduğunu kabul edenlerin de tersini düşündüğünü sanmıyorum. Şimdi bu meyanda ben bir yönetici olarak dara düştüm ve yardımcılarımı da alarak bu şehrin en büyük makamına, devletin yüce katına sorunumu çözmeye geldim. Sorun sadece benim sorunum değil aslında, milletin sorunu. Milletin olması babında Valiliğin de sorunu. Yani sorun hepimizin sorunu.
Devlet, mülki amir, yüce kat vs. gibi isimlendirmeler, Sayın Valinin hoşuna gitmişti sanırım. Çözüldü; zaten başka türlü davranma şansı da yoktu, bana göre.
Peki, ne lazım?
Bu soruyu sorduğu anda, hem sorunun içeriğinden hem de ses tonundan, bu meydan savaşını (!)kazanacağımızı düşündüm. Doğrusu Valinin böyle, sadece bir atımlık barutu olması beni şaşırtmıştı. Dışarıya verdiği görüntü çok bilgili, çok deneyimli, arkası kuvvetli, her yönüyle ağırlıklı büyük devlet adamı idi çünkü; asker-sivil, eski Türkiye’yi idare edenlerin pek çoğunda olduğu gibi.
Sayın Valim. Biz buralara hep Batı illerinden geldik. Buraların sağlık alanındaki makus talihini yenmek üzere geldik. İnsanlara üst derecede, fakülte düzeyinde sağlık hizmeti sunmak üzere geldik. Ve bu hizmeti vermek için canla başla çalışıyoruz. Bir yandan inşaatlar yapıyor, diğer yandan hizmet vermeye, bu arada kendimiz de geliştirmeye çalışıyoruz. Maddi imkânsızlıklar, gurbet-yoksunluklar, baş belası uğursuz PKK tehditleri hepsi bir arada…. Bütün bunlar bir tarafa ama şu anda gerçekten kötü durumdayız. Birkaç gün sonra hizmet veremez duruma geleceğiz. Hastanemiz kapanırsa şaşmayın. Tabii bu durumda, her ne kadar bir üniversite kuruluşu olarak Valiliğe bağlı olmasak da siz de etkileyeceksiniz. Yani birkaç gün sonra hastalar kapınıza dayanabilir!
Yaa!?
Evet Sayın Valim. Abartmıyorum.
Peki ne gibi ihtiyacınız var?
İhtiyaç çok ama öncelikle… Ameliyat olan hastaya yemek olarak kuru bakliyat veriyoruz. Bu çok sakıncalı bir durum. Böyle bir şey olmaz. Bunu bu şekilde devam ettiremeyiz. Zaten devam ettirmek de mümkün değil. Nohut, fasulye de bitmek üzere.
Tamam. Ne lazım?
Sayın Valim, iyi niyetinize teşekkür ederiz. Arkadaşlar size bir dosya sunacaklar. Sadece 2-3 aylık bir ihtiyacımızı karşılayacak kadar maddi yardım talep ediyoruz. Sonrasında Üniversiteye ödenek gelecek. Gerisini oradan hallederiz herhalde. Yalnız…
Yalnız, ne?
Bunu biraz hışımla söylemişti. Anlaşılan, Sayın Vali “tamam” lafını ağzından çıkarmıştı ancak, yaşanan enstantaneden biraz da bozulmuş gibi idi. Evet, ilgili müdürü çağırmış, dosyamızı vermiş ve “doktorun işini halledin” demişti ama yine de bir “iç rahatlığı”, zaten vazifesini yapmakta olan bir “üst kurum-dost kurum amiri” görünümü sergilemiyordu. Diş geçirememenin, emrinde gördüğü Van’daki tüm insanlardan birileri olarak bizi istediği gibi ezememenin doğurduğu egolarının dokunuşu mu idi, tam olarak bilemiyorum. Belki de o günkü konjonktürde oluşan derin kurumsal karakterinden dışına yansıyan bir görüntü idi bu. Neyse… Çok önemsemedim. Zaten o zihniyetle başka türlü olması da mümkün değildi. Hazır yolunu yapmışken devam ettim:
Sayın Valim, bizim bir başka büyük eksiğimiz daha Morg.!
Nedir?
Sayın Valim, Morgumuz yok. Bakınız, yol üstündeyiz, bize çok trafik kazası geliyor. Bazen dağda çatışmalarda şehit olan askerlerimiz de geliyor. Cenazeleri muhafaza edebileceğimiz soğuk hava sistemlerimiz yok.
Onlar Askeri Hastaneye gitmiyor mu?
Evet, ama bazen bize de geliyor. Hem siviller ne olacak?
Peki, onun için ne lazım?
Sayın Valim, hazırlıklı gelmiştik. Yerini belirledik krokilerini de çizdirdik. İşte dosyamız burada…
Neticede Sayın Vali isteklerimizi karşılamıştı. Evet, babasının malından vermemişti ama o zamanki siyasi-askeri-JİTEM’li, MİT’li, Jandarma’lı, derin devlet’li havada, zırnık koklatılmayan hatta yok edilmesi caiz olan(!) bir kurumdan gelen insanlar olarak istediğimizi almak bizi mutlu etmişti. Makamdan çıkarken bizi kapıya kadar yolcu etti. Doğrusu, bu görüşmenin sonunda bizde bıraktığı intiba, daha bir devlet adamı ya da gerçek bir devlet görevlisi gibi idi. Kısacası bu görüşme iki tarafa da iyi gelmişti.
Eveet, işte, eğrisi doğrusuyla bir 28 Şubat öncesi memleket manzarası.
Milletin tepesine getirilenler (bindirilenler desek belki daha doğru olur), bir kısım insanlara-kurumlara bakış, derin devletin soğuk yüzü ve bütün bunlara karşı verilen bir mücadele örneği…
Şükür ki bugünlere geldik.
Takdir yüce milletimizindir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.