Osmanlılarda azınlık hakları ve Aleviler
Bundan önceki yazımızda dedik ki, “Selçuklu/ Osmanlı sistematiğinin özü “devlet” olsa da kökleri “cemaat”ti. Devlet cemaatlerden oluşmuştu.
Yalnız Müslüman tarikatlar değil, farklı din ve milliyetlere mensup cemaatler de bu sistem içinde yer alır, farklılıklarını inkâra ya da gizlemeye ihtiyaç duymadan özgürce yaşarlar, farklı inançlara uygun olarak oluşturulan eğitim ve adalet (kendi mahkemelerinde yargılanma hakkı) sisteminden de hakkıyla yararlanırlardı.
Her gayr-ı Müslim cemaat ayrı bir “millet” olarak algılanırdı. Her gayr-ı Müslim birey de bu topluluğun mensubu olarak saygı görürdü.
Hatta gayrimüslimler kendi liderlerini seçme hakkına bile sahipti.
Liderler, bir yandan kendi toplumlarını yönetir, padişahla cemaat arasında köprü oluştururlardı.
Cemaatin huzur ve saadetinden liderler sorumlu tutulurdu.
Cemaat liderleri kendilerine tanınan geniş özgürlük ve özerklik içinde işleri yürütür, bunu temin için dini, idari, eğitsel ve adli teşkilatlar kurarlardı.
İstanbul’da bulunan Rum, Ermeni ve Musevi cemaatlerinin dışında Antakya, Kudüs ve İskenderiye’de de bağımsız cemaat yapılanmaları vardı.
İbadethanelerin tam anlamıyla dokunulmazlığı vardı. Kilise ve havraların iç düzenine ve idaresine karışılmadığı gibi vaazlara da asla karışılmazdı. Bunlar tamamen cemaatlerin insiyatifine bırakılmıştı.
Özetle söylemek gerekirse, Osmanlı Devleti askerlik, vergi ve sair idari işleri kendi uhdesine alırken, eğitim, haberleşme, sosyal güvenlik, nüfus, adalet ve din işlerinin tedvir ve tanzimini cemaatlere bırakmıştı.
Nikâh, boşanma, veraset, vasiyet, nafaka gibi işler azınlıkların kendi mahkemelerince yürütülürdü...
Bu mahkemeler hapis, sürgün ve kürek cezası gibi cezalar verebilirlerdi. Cemaat mahkemelerinin verdiği kararlar devletçe de tanınır ve gereği yapılırdı.
Kendi mensuplarının doğum ve ölüm kayıtlarını tutmakta cemaatlere ait bir görevdi. Bu uygulama, Tanzimat’a kadar sürmüştür.
Öte yandan cemaatler okul açma ve okullarda takip edilecek müfredatı belirleme hakkına da sahiptiler.
Devlet kiliseye, havraya ve okula karışmazdı. Ne ruhbanların vaazları, ne de cemaat okullarının ders programları denetlenirdi. Herkes dinini özgürce öğrenir, gereğini özgürce yapar, çocuklarını özgürce eğitirdi.
Dışarıdan ithal edilen ders araç ve gereçleriyle kilise eşyası gümrükten muaf tutulurdu.
Bütün bunları değerlendiren Engelhardt şöyle demekten kendini alamıyor: “Rum Patrikhanesi fetihten sonra nail olduğu hukuk sayesinde hakikaten hükümet içinde hükümet idi...”
Aleviler pek tabii “azınlık” statüsüne tabi değillerdi. “Müslüman” olarak algılanır, buna göre muamele yapılırdı. Çünkü Osmanlı Alevileri “Müslüman” olduklarını söylerlerdi ve doğal olarak bütün Müslümanlarla aynı haklara sahip bulunurlardı.
Şimdi birileri çıkıp “Yavuz Sultan Selim kırk bin Alevi’yi kesti” diyebilir ve malum temcit pilavını sofraya koyabilir.
Daha önceki yazılarımızda delilleriyle ispat ettiğimiz gibi, bu iddia bu şekliyle doğru değildir. Yavuz Sultan Selim Alevileri değil, Şah İsmail’le işbirliği yapan âsileri cezalandırdı. Ayrıca kırk bin rakamı da çok mübalâğalıdır. O zamanki nüfus yoğunluğuna göre bu birkaç şehrin ortadan kalkması demektir ki, kayıtlarda böyle bir olguya rastlayamıyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.