İmaret kültürümüzü hatırlama zamanı
İmaret, Osmanlının yardımlaşma ahlâkinin hayata kattığı bir müessesedir. İnfak medeniyetinin insana yansımasıdır. Zengin Müslümanın, hiçbir zorlama olmaksızın, fakir kardeşlerini kardeşçe duygularla kucaklamasıdır.
Bu girişten sonra hemen belirtelim ki, imaret müessesesi vakıf sistemine dayanır. Dar anlamda imaret, aşevi demek olmakla birlikte, gerçekte bundan çok daha kapsayıcı, kuşatıcı bir müessesedir. Bu müesseselerde talebe-i ulûmun (öğrencilerin) ücretsiz eğitimi sağlandıktan başka, fukaray-ı müstahakkînin de yiyeceği, yatacağı, giyeceği temin edilir, ayrıca kalacak yeri olmayan yolcu ve gezginler de kucaklanırdı.
Dahası var: Büyük imaretlerin müştemilatı arasında cami, medrese, hastâne, kervansaray, kütüphâne, hamam gibi, toplumsal ihtiyaçlara cevap veren tesisler de girerdi.
Her imaretin başında o imaretten sorumlu bir mütevelli heyet bulunurdu. İmaretleri bu heyet yönetir, heyet müessesenin düzgün işlemesinden, temizliğinden, yemeklerin kaliteli pişirilmesine kadar, işletmeye ilişkin her ayrıntıdan sorumlu tutulurdu.
Bu yüzden de imaretlerde yemekler oldukça kaliteli idi. Bu o kadar önemsenmişti ki, Fâtih ve Kanunî gibi pek çok padişah, kendi vakfiyelerine yemeklerin kaliteli olması ve düzenli olarak verilmesi şartını koymuşlardı.
Mütevelli heyet, ya da onun tayin ettiği kişiler imareti sürekli denetlemekte, sağlık ve kalite şartlarına uygun olmayan gıdalar imarete asla sokulmamakta idi.
Kurallar öyle dikkatle uygulanırdı ki, Zilkade 1177 (Nisan 1764) tarihini taşıyan bir belgede, İstanbul ve civarındaki imaretlerde talebe-i ulûm ve fukaray-ı müstahakkîn için daha önce her gün fırınlarında pişirilen ekmeğin (nan-i aziz) unu beyaz ve has olduğundan bahisle, bir süredir Değirmenderesi uncularından satın alınan unun karışık olduğu vurgulanmakta, bu undan yapılan ekmeğin kalitesizliği dikkate verilmekte ve fırınların değiştirilmesi, hatta daha kaliteli un bulunup satın alınması tavsiye edilmiştir.
İmaretlerde sağlık ve temizlik şartlarına da sıkı sıkıya uyulurdu. Bunun canlı şahitlerinden biri de XVI. Yüzyıl ortalarında İstanbula gelip Fâtih Külliyesi misafirhanesinde kalan Radiyüddin el-Gazzîdir. Külliyede karşılanışını büyük bir memnuniyetle şöyle anlatmaktadır: İmârethâneye bakan zat yanımıza gelerek hal ve hatırımızı sorduktan sonra ihtiyaçlarımızın iyi bir şekilde temin edileceğini söyledi. Doğrusu her şeyleri gibi yatak ve yorganları da tertemizdi.
İnşasından yüz sene sonra bile bir müessesenin tertemiz olması, gösterilen ilginin derecesini gösterir: Bu ilginin kaynağı ise, hiç kuşkusuz, insana verilen değerdir.
Kimsesizlerle yoksulların da yararlandığı imâretler, sadece yemek vermekle yetinmiyor, ayni zamanda, (burs verir gibi) adam başına günde 3-5, hatta bazen 10 akçeye kadar harçlık da veriyordu.
Burs benzetmesi rasgele yapılmış bir benzetme değildir. Çünkü bu müesseseler öğrencilere de hitap etmektedir. İmaretlerde öncelikle mektep ve medrese talebelerinin ihtiyaçları temin ediliyordu. Bu da imâretlerin kültür hayatımızda nasıl bir misyon ifa ettiğini göstermektedir.
Milleti dilencisiz yapan işte bu hamiyettir. Ki, yabancılar bu şefkat ve hamiyet karşısında dize gelmiş, pek çok Batılı gezgin, hatıralarında Osmanlı insanının şefkat ve merhametinden sitayişle bahsetmek zorunda kalmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.