Sevmeyi bilmeyen hoş görmeyi bilmez
Fransız gezgin Brayer’e göre, Osmanlı insanı yabancılara (Türkiye’yi görmeye-gezmeye gelen Avrupalılara) “misafir” gözüyle bakar, onları asla küçümsemez, farklı davranışlarına asla gülmezdi.
O kadar müsamaha gösterirlerdi ki, ibadet konusunda son derece titiz olmalarına rağmen, ibadet esnasında camiye girmelerine bile göz yumarlardı.
Şimdi birbirimize müsamaha göstermiyoruz.
Ezandan ya da başka bir şeyden etkilendiği için ilk kez camiye gelip namaz kılmaya çalışan bir Müslüman’a “Namazın kabul olmadı, çünkü hatalı kıldın” diyecek kadar acımasızız.
çünkü cahiliz!
Ne Peygamber Efendimiz’in uygulamalarından, ne de Efendimize benzemeye çalışan Osmanlı insanının yaklaşımlarından haberimiz var.
Birkaç bir şey duymuşuz, onların da çoğunu yanlış anlamışız, ama o ölçekte başkalarını yargılıyoruz.
Namaz sonrasında 33’lük tespihimle “sübhanallah” çekerken (aslında 33’lük tespih çekme alışkanlığım yoktur, ama o gün her nasılsa cebimdeydi) camide, yaşlı bir amca elime vurmuş, 33’lük tespih çekmenin “haram” olduğunu söylemişti.
Ben de “sübhanallah” yerine “lahavle” çekmeye başlamıştım.
Helâle haram demenin hükmünü belli ki bilmiyordu...
Birisinden bir şey duymuş, onu da yanlış anlamıştı.
Dışarı çıkınca anlatmayı denedim, ama imkânsızdı: Amca yanlışını “mutlak doğru” sanıyordu.
Bir açmazımız da bu: Bildiklerimizin çoğu kitap yerine duyuma dayandığından, düzeltmek neredeyse imkânsız oluyor.
***
Dinimiz “Sevgi Dini”…
Peygamberimiz, “Rahmet Peygamberi”…
Biz “sevgi dini”ne “nefret gömleği” giydirmişiz!
“Rahmet Peygamberi”ni “kavga adamı” ilân etmişiz.
Cehaletimiz saadetimiz olmuş!
***
Bir bakın kendinize: “Sevgi dini”ne mensup bir Müslüman olarak “sevgi insanı” mısınız?
Farklı dünyaların insanlarını da “Allah için” seviyor, onları ecdadınız gibi, anlamaya çalışıyor musunuz?
“Nazar-ı müsamaha” ile bakıyor musunuz?
Tek soru: Dindaşlarımızı gerçek anlamda bir “kardeş” olarak görüyor musunuz?
ümmeti olarak, Peygamber-i âlişân Efendimiz gibi merhametli miyiz, hâmiyetli miyiz, şefkatli miyiz, basiretli miyiz, ahlâklı mıyız?
Böyleysek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?
Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, izan yok, idrak yok, ahlâk yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok!..
Kısacası bu dünyada insan yok, insaf yok, insanlık yok!
Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmişiz; sırf kendimiz için, kendi ikbalimiz ve istikbalimiz için yaşıyoruz.
Bu da terörü besliyor. çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.
“Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer” diyen Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor:
İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde rahmet ve merhamet taşıması lâzım. Rahmet ve merhamet sevgi eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanları ve tabiî kâinatı sevmesi lâzım.
Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, önce o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lâzım.
Eğer Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir.
Yani işin başı yine Allah sevgisi...
Yunus’ça bir deyişle, bu, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı hoş görme” sanatıdır.
Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik...
Hâlâ “Benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız...
Farkında olmadan fırkalara bölünüyoruz!
Bir bakıma en büyük bölücülüğü kendi içimizde yapıyoruz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.