11 Eylül'den 13 Eylül'e
Aradan yıllar geçmesine rağmen 12 Eylül 1980 askerî darbesinin tam bir muhasebesinin yapılabildiği söylenemez.
Elbette konu hakkında çok şey söylendi, yazıldı; ama bu darbenin ülkeye ve millete nelere mal olduğu dört başı mamur bir şekilde ortaya konulamadı. Meselâ, darbenin Türkiye'yi ekonomik anlamda kaç yıl geriye götürdüğü sorusu cevapsız kaldı.
İnsanoğlu, unutma hastalığı ile karşı karşıya olduğu için kısa bir hatırlatma gerekebilir: 12 Eylül 1980 tarihinde yönetime el koyan askerî cunta, milletin seçtiği hükümeti alaşağı edip TBMM'yi de kapatmıştı. Darbecilerin en çok tekrarladığı bahane, ülkenin uçuruma yuvarlanmak üzere olduğuydu. "Siyasetçiler tencereyi pisletti, kan gövdeyi götürüyordu ve bu sebeple biz yönetime el koyduk. Her şey fıstık gibi olacak ve yeniden demokrasiye geçilecek" diyorlardı.
12 Eylül 1980 öncesinde 'kan'ın 'gövde'yi götürdüğü doğru bir tesbitti, ama kanı kimin durdurması gerektiği ve bunun niçin yapılmadığı cevapsız kalmıştı. Düşünün ki 11 Eylül 1980 günü kan akıyor, ama darbe sonrası ilk günden itibaren kan akması duruyordu. Elbette 'kan'ın akmasının durması iyi bir şeydi, ama "11 Eylül'de akan kan, 12 Eylül ya da 13 Eylül'de nasıl durdu?" sorusuna bu güne kadar darbeciler ikna edici bir cevap veremedi. Bugün olduğu gibi 12 Eylül 1980'de de ülkenin asayişinden sorumlu olanlar belliydi. Kanın akmasından sorumlu olanlar, görevlerini yerine getirmeyenler vardı; ama bunların kaçı siyasiydi? 11 Eylül günü ile 13 Eylül günü arasında, terörle mücadele noktasında ihtiyaç duyulan malzeme noktasında yani; silah, kanun ve diğer konularda bir fark var mıydı? 11 Eylül günü kan akmasını engellemekle görevli olanlar ile, 13 Eylül günü bu işi yapanlar farklı mıydı? Silah, kanun ve mühimmat eksikliğinden dolayı mı 11 Eylül 1980 gününe kadar yıllarca kan aktı?
Herkes biliyor ki 11 Eylül ile 13 Eylül 1980 günü arasında teröre karşı kullanılan 'malzeme'ler bakımından bir fark yoktu. O halde 13 Eylül'de durabilen kan, 11 Eylül'e kadar niçin ve nasıl devam etti? 13 Eylül'de "Kanı durdurduk, ülkeyi uçurumun kenarından kurtardık" diye övünenler, bu işi demokrasi kuralları içinde 11 Eylül'e kadar niçin yapmadı? Tek bir sebebi vardı ve bunu da dönemin 3. Ordu Komutanı Org. Bedreddin Demirel, Milliyet'e verdiği bir röportajda açıklamıştı: Darbe şartları olgunlaşsın diye bekledik!
Bu itiraf, bu beyan dikkate alınmadan yapılacak her türlü "12 Eylül değerlendirmesi" eksik kalır. Elbette siyasîlerin ve bürokratların da onlarca, belki de yüzlerce hatası olmuştur; ama hiç bir hata "darbe"yi haklı kılamaz, darbecileri temize çıkaramaz. Üstelik darbecilerin şikâyet ettiği ve darbeye bahene gösterdikleri devam eden anarşiyi önleme vazifesi de yine kendilerinindi! Hem vazifelerini yapmıyorlar, hem de üstüne üstlük anayasayı ilga edip ikinci bir 'suç' işliyorlar.
Gerek 27 Mayıs 1960 darbesi, gerekse 12 Eylül 1980 darbesinde yaşananların temelinde, darbecilerin aslî vazifelerini yapmaması vardır. Bu darbeler ve sonraki yıllarda gerçekleştirilen 'post-modern darbe'lerde asıl kabahat, milleti korumak için ellerine verilen silahı, milletin göğsüne dayayanlarındır. Bu bilinmediği sürece ne 27 Mayıs ne de 12 Eylül ve elbette sonraki darbelerin doğru tahlili yapılamaz.
Peki, darbe dönemlerini geride bırakabildik mi? Bu soruya 'evet' cevabı vermeyi çok arzu ederdik, ama insanların zihni darbeci anlayıştan korunmadıktan sonra "darbe dönemleri geride kaldı" demek dolay değil. Nitekim, Kütahya Milletvekili İdris Bal, bu anlamdaki bir soruyu cevaplandırırken şöyle demiş: "Demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmeden, demokrat insan tipi yetişmeden, hiçbir sistem mucizevî çözüm sağlayamayacak.''
O halde siyasetçilere düşen birinci vazife, "demokrat insan" yetiştirmek için gereken şartları sağlamak olmalı. Bunun ilk adımı da elbette eğitim sistemiyle atılmalı. Okulda, evde ve işte demokrasi anlayışına ve uygulamasına yer yoksa, "demokrat insan"ların yetişmesini de beklemeyelim...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.