Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Balyoz’cular da kim... En büyük darbeci(!) Nurullah İlgün!

Balyoz’cular da kim... En büyük darbeci(!) Nurullah İlgün!

Bazı olaylar var ki, başka olaylarla “kıyaslandığında” içinden çıkılmaz bir hâl alıyor ve ortaya çıkan “çifte standart”, insanı isyan ettiriyor.


Gel de isyan etme...

Şu hâle bakın;

“Fatih ve Beyazıt camilerini bombalamayı!.. Ege’de bir Türk jetini düşürüp, Yunanistan’la savaşa girmeyi!.. Gerici, irticacı suçlamasıyla on binlerce insanı yakalayıp stadyumlara doldurmayı!.. Cunta muhalifi 36 gazeteciyi tutuklamayı...” planlayan “Balyoz sanıkları”na verilen “ceza”lara bir bakar mısınız?..

Dâvânın bir numaralı sanığı Çetin Doğan’a önce “müebbet”, sonra da “darbeye eksik teşebbüs”ten “20 yıl hapis” verilmiş...

Dâvânın diğer önemli sanıkları Özden Örnek ve Halil İbrahim Fırtına’ya da, aynı şekilde önce “müebbet” sonra da “20 yıl hapis” uygun görülmüş...

“Darbe sanıkları” arasında “12-13 yıl hapis”le cezalandırılanlar da var...

Ve tabiî, 34’ü hakkında da “beraat” kararı verilmiş!..

İLGÜN’ÜN SUÇU NE?

Görüyorsunuz ya;

“TBMM’yi lâğvetmeyi ve Hükümet’i düşürmeyi” plânlayan adamların “en babasına” verilen ceza, sadece “20” yıl!..

Peki, “cami”lere ve “uçak”lara “sabotaj” düzenlemeyi ve dolayısıyla “Hükümet’i yıkmayı” plânlayan adamlara “15-20 yıl ceza” verilirken, dönemin YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e “suikast plânladığı” iddia edilen Nurullah İlgün’e verilen “13 yıl 9 ay hapis” cezasına ne demeli?..

Kaldı ki, ortada “suikast teşebbüsü” gibi bir eylem de yok...

Hâlâ sormuyor muyuz;

Tam da “Cumhurbaşkanlığı oylaması”nın yapılacağı günlerde dönemin YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e gerçekten bir “suikast teşebbüsü”nde bulunuldu mu?..

Yoksa, bu “sansasyon” da, DYP ve ANAP genel başkanları Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu’nun “oylamaya katılmasını engellemek” için düzenlenmiş bir “tezgâh” mıydı?..

Açık ve net söyleyelim;

Bu, bir “tezgâh”tı!..

Zira, “Teziç’e suikast teşebbüsü”(!)nün bir gün sonrasını, Osman Özsoy, şöyle anlatıyordu:

“İlginçtir, YÖK’e silahlı saldırı yapıldığı haberi ertesi günü gazetelere düştüğünde, ben Ankara’dan İstanbul’a dönüyordum. Otobüste koridor kenarındaki koltukta gazetemi açmış okurken, aynı hizadaki koridora bakan koltukta oturan bir genç gazetedeki bir haber ilgisini çekmişçesine, ‘Şu gazeteye bir bakabilir miyim abi’ diyerek gazeteyi hızlıca elimden aldı ve şaşkınlıkla, ‘Yok ya böyle bir şey...’ dedi.

‘Ne yok, anlamadım’ dedim.

Meğer kendisi ‘YÖK’ün güvenliği’nde çalışıyormuş.

Bunlara; ‘Gidin, 15–20 gün kafa dinlendirin’ diye apar topar ‘izin’ vermişler.

Şimdi anlaşılıyor ki;

Sanıyorum bunları ‘İşin foyası ortaya çıkmasın’ diye bir süreliğine oradan uzaklaştırmışlar.

Soru şu;

O gün YÖK’te gerçekten ne oldu?

Nasıl oluyor da, YÖK başkanlık binasına çok uzak mesafede her nasılsa patlatılan (veya patlatılmayan) bir silahtan yola çıkarak, sanki YÖK Başkanı ciddi bir saldırıya kurban gitmiş gibi ortalık velveleye verildi ve olay abartılabildi.

Bu olaydan yola çıkarak, Erkan Mumcu’nun bile tırsmasına yola açan bir ortam oluşturabildi.

O gün otobüste denk geldiğim kişinin söylediklerinden yola çıkılarak, personele izin olayını ilgilerin dikkatine sunuyorum.

Öyle bir zamanda personelin daha bir önemle işine sarılması mı beklenir, yoksa ‘Bir şey görmediniz, duymadınız’ der gibi bir müddet uzaklaşmaları için izin mi verilir.”

SUİKAST(!)TAN 367 DOĞDU!

Evet, Osman Özsoy; o günlerde şahit olduğu bir olayı böyle yazıyordu... Sadece şu yazılanlar bile, “suikast tezgâhı”nı gözler önüne sermeye yeterlidir.

“Malûm odaklar”ın, o günlerde böyle bir “tezgâh”a ihtiyaçları vardı...

Öyle ya;

Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu liderliğindeki DYP ve ANAP milletvekilleri eğer “Cumhurbaşkanlığı oylaması”na katılırlarsa, hiçbir sorun yaşanmayacak ve Abdullah Gül, 27 Nisan 2007’deki oylamada Cumhurbaşkanı seçilecekti.

Ne var ki;

25 Nisan 2007’deki “Teziç’e suikast”(!) haberi hesapların değişmesine yol açtı...

Ağar ve Mumcu’nun “tırsması” ve devreden çıkması sonucu, boşluğu “367 Sabih” doldurdu ve “kılavuzluk” yaptığı CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne gidip, “oylamayı iptal ettirmesine” yol açtı.

Sabih Kanadoğlu’nun icat ettiği “367 ucubesi” aslında “Meclis’e darbe” idi... Bu “darbe”nin gerçekleşebilmesi için de, bir “suikast kılıfı” uydurulması gerekiyordu.

Uyduruldu da!..

Aslında, iyi de oldu...

Cumhurbaşkanı’nın “Meclis” tarafından değil de “halk” tarafından seçilmesinin önü açıldı.

“BALYOZ”DAN DA TEHLİKELİ!

Ama, olan Nurullah İlgün’e oldu... Bildiğiniz gibi, Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bir kaç gün önce verdiği kararla; “eski YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e silahlı saldırı girişimi” olarak bilinen dâvânın bir numaralı sanığı Nurullah İlgün, “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak”, “ruhsatsız tabanca taşımak”, “genel güvenliği kasten tehlikeye sokmak” ve “görevli memura direnmek” suçlarından 13 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı...

Evet, 13 yıl 9 ay hapis!..

Hem de;

“Kişiyi hürriyetinden yoksun bıraktığı, ruhsatsız tabanca taşıdığı, genel güvenliği kasten tehlikeye soktuğu” gerekçesiyle!..

Uzun lâfın kısası;

Bu olayın bir “tezgâh” olduğuna bütün yüreğimle inansam da, nihayetinde, eylem “bir kişiye yönelik”tir!..

Peki, “bir kişiye yönelik” bir eylem teşebbüsünde “13 yıl 9 ay hapis cezası” verilirken, “Meclis’e, Hükümet’e, dini mekânlara, on binlerce insana ve 36 gazeteciye” yönelik bir “darbe teşebbüsü”nde verilmesi gereken ceza, “15-20 yıl” mı olmalıdır?..

Bence, “Balyoz sanıkları”na verilen ceza “son derece komik”tir!..

Hele de, Nurullah İlgün’e verilen cezanın yanında!..

Ama, burası Türkiye!..

“Çifte standartlar ülkesi!”

RP’YE ÖYLE, CHP’YE BÖYLE!

“Çifte standart”ın tek örneği, elbette “darbeye teşebbüs” ile “suikaste teşebbüs” eylemlerine verilen farklı cezalar değil...

Bir de;

“Kayıp trilyonlar”dan dolayı CHP’ye ve Refah Partisi’ne verilen “farklı cezalar” var ki, tam ibretlik...

Akit’in dünkü haberi şöyleydi:

“Türk ekonomisini yönetmeye talip olan hesap uzmanı(!) Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, 2008-2009 harcamalarının hesabını veremedi.

CHP’nin hesaplarını inceleyen Anayasa Mahkemesi söz konusu döneme ait 2 milyon 691 TL tutarındaki harcamayı kabul etmeyerek Hazine’ye irad kaydedilmesine karar verdi.

Anayasa Mahkemesi; Halk TV’ye yapılan 755 bin 200 TL ödemenin de Hazine’ye irad kaydedilmesini kararlaştırırken, harcama kalemleri arasında; düğün takılarının, çiçek, ilaç, alkol gibi özel harcamaların da bulunması dikkat çekti.

CHP’nin 2007 hesaplarında da, alkol, sakız, iç giyim, çocuk bezi, biberon ve Kanaltürk’e yapılan usülsüz ödemelerin parti hesabına kaydedildiği ortaya çıkmıştı.”

Lütfen dikkat;

Anayasa Mahkemesi, bu kararını verirken diyor ki; “Bu harcamaların siyasi faaliyetle ilgisi yok!”

O halde, paralar “Hazine”ye!..

Peki; aynı “Kayıp Trilyon Dâvâsı”nda Refah Partisi’ne nasıl bir muamele yapıldı?..

“Çuvallar dolusu evrak” teslim edildiği halde, bunları “incelemek” yerine, “Harcamaların faturası yok” diye karar veren yargı, merhum Erbakan Hoca’yı 2 yıl 4 ay hapse mahkûm etti, aralarında “il başkanları”nın da bulunduğu “68 RP kurmayı” hakkında ise, “1 yıl ile 14 ay” arasında değişen “hapis” cezası verdi ve onları aylarca cezaevinde tuttu!..

Oysa, RP’nin “kaybolduğu” öne sürülen parası sadece “1 trilyon”du...

CHP’nin kayıp parası ise, “toplam 4 trilyon lira”yı buluyor.

1 trilyon nerede,

4 trilyon nerede?..

Bu nasıl bir “yargı”dır ki, CHP’nin paralarını “Hazine”ye attı!.. RP’nin ise “kurmay”larını hapse attı!..

Peki, “adalet” mi bu?..

“Balyoz ve Teziç’e suikast” kararları ile “CHP ve RP’nin kayıp trilyonları” konusundaki kararları, lütfen yeniden düşünün!..

Düşünün ve söyleyin hele;

Bir “çifte standart” yok mu?..

Demek oluyor ki;

Refah Partisi CHP’den, Nurullah İlgün de “Balyoz sanıkları”ndan daha tehlikelidir!..

Var mı başka izahı?!?..



Manifesto hazırlığı

Demek ki, “kısmet” değilmiş...

Eğer “kısmet” olsaydı; sizlerin bu yazıyı okuduğunuz saatlerde, biz “gazete yöneticileri” olarak, Başbakan Tayyip Erdoğan’la birlikte ABD’nin New York şehrinde olacaktık.

Dedim ya, kısmet değilmiş... Dünkü “hareket saatimiz” bile belirlenmişken, bir “son dakika haberi” geldi: “Başbakan Tayyip Erdoğan, 30 Eylül’deki AK Parti Kongresi’ne hazırlık dolayısıyla, New York’taki BM toplantısına gitmekten vazgeçti.”

Hiç kimse, “başka bir sebep” aramasın... Aslında, bu “yoğunluk”ta, New York’a gitmek, “büyük bir fedakârlık” olacaktı...

Öyle ya; hem bu ziyaret, hem de kongreye hazırlık; “iki ayağın bir pabuca girmesi” demekti.

Erdoğan, bu ziyareti iptal etmekle; AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in dediği gibi; 30 Eylül günü deklâre edeceği “manifesto”ya çok daha rahat hazırlanacaktır...

Zira, bu “manifesto”da, “Türkiye’nin 2023’e kadarki vizyonu” yer alacaktır... Ve tabiî, bu vizyonu sürdürecek “yol arkadaşları” da belirlenecektir...

Bunun için de, elbette “sakin bir kafa”ya, nisbeten geniş bir zamana ve dinlenmiş bir bedene ihtiyaç vardı...

Sanıyorum, “gezinin iptali”nde tüm bunlar etkili oldu...

BM’ye her zaman gidilir... Ama 30 Eylül önemli...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi