Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Bu olaylar yaşanmadıysa, Ergenekon da yok!

Bu olaylar yaşanmadıysa, Ergenekon da yok!

Ekranlarda söylenenlere ve gazetelerde yazılanlara bakıyorum da; “Demek ki” diyorum, “Bizler rüya görüyoruz... Ortada ne Ergenekon, ne Orgenekon ve ne de Erkenekon diye bir örgüt var!.. Bunlar, bizlerin paranoyak kafalarımızdan uydurduğumuz masallar, efsaneler, safsatalar, fasa-fisolar!.. Ne derin devlet var, ne de faili meçhul cinayetler!.. Türkiye, aslında tam demokratik ve özgür bir ülkedir!.. Hükümeti yıkmaya ve kendi saltanatlarını kurmaya çalışan bir yapılanma da yoktur, kapalı kapılar ardında darbe stratejileri üreten emekli generaller de!.. Ortada günlük de yok, günlüklerin yazıldığı kalem de!.. Evet, biz bir rüya görüyoruz... Belki de bir kâbus!.. Bunlar hiç olmadı ki, Ergenekon adlı bir örgüt olsun!”
Dedim ya; kartel gazetelerinde yazılanları, kartel ekranlarında söylenenleri okuyup dinledikçe, kendi kendimden şüphelenmeye başlıyorum;
“Yoksa ben yaşamıyor muyum?.. Yaşadığım ülke Türkiye değil mi?.. Şu yaşananlar gerçek değildir de, ben halüsinasyon veya rüya mı görüyorum?!?”,

“DüNYA DöNMEYE DEVAM EDİYOR”
“Ergenekon sulandırıcıları” görev başında... “Susurluk çetesi”ne karşı aslan kesilenler “Ergenekon Terör örgütü’nün yokluğunu ispat” için, bin dereden su getirme yarışında!..
“Hayır” diyorlar; “Ergenekon diye bir örgüt yok!.. Siz 600 yıllık bir efsane ile meşgulsünüz!.. Ortada cinayet de yok, suikast ve faili meçhul de!.. Bomba da yok, tabanca da!”
Eee, insanız nihayetinde... Onlar “yok” diyorlarsa yoktur!.. Malûm, bir zamanlar Galile de “yok” demişti, “Yok, hayır, dünya dönmüyor!”
Olayı biliyorsunuz...
Galileo Galilei; kainatın merkezinin Güneş olduğu fikrini kabul etmiş, bu sebeple de Vatikan’ı karşısına almıştı... 1633’te, “dini inkâr” suçundan Roma’ya çağrıldı. Uzun sorgulamalar sonunda, “Engizisyon Mahkemesi”nin “müebbet hapis” ve işkence kararı kendisine bildirildi. Kopernik’in sistemini redde zorlanmıştı, o da bunu “kerhen” kabul etmişti!..
“Baskılar” üzerine iddiasından vazgeçmiş ve dünyanın “tepsi gibi düz” olduğunu söylemek zorunda kalmıştı.
Dizlerinin üzerinde doğrulurken şöyle mırıldanmıştı:
“Her şeye rağmen dünya dönüyor... Dönmüyor desem de, dünya dönmeye devam ediyor!..”
İşte bizler de, bugün “Hıristiyan Ortaçağı’nın Engizisyon mahkemeleri” tarafından müebbet hapse mahkûm edilmiş Galile gibi, “yok” diyoruz;
“Yok!.. Ergenekon diye bir örgüt yok!”
Ama, “gerçeği arayan beynimiz”in sorularını engellemek ne mümkün?..
Beynimiz ve mantığımız diyor ki;
“Onlar Ergenekon Terör örgütü diye bir örgütün olmadığını söyleseler ve bizi buna inandırmaya çalışsalar da, böyle bir örgüt vardır ve entrikalarını devam ettirmektedir!”

BUGüN ERGENEKON, YARIN BAŞKA BİR İSİM!
Haa, örgütün adı bugün “Ergenekon”dur ama yarın başka bir isim olabilir!..
önemli olan;
“Devlet içinde devlet” olmaları!..
1909’daki ismi “İttihat Terakki”ydi ve o zamanki görevleri “Sultan 2. Abdülhamid Han’ı devirmek”ti!..
Devirdiler de!..
örgütün sonraki isimleri “Gladio” olmuş, “Kontrgerilla” olmuş, “özel Kuvvetler” olmuş, “Ergenekon” olmuş, ne farkeder?..
Alın işte, yine “kabuk” değiştiriyorlar!..
Pek yakında “Milli Egemenlik Hareketi” ismini tartışmaya başlarsak, hiç şaşmayın!..
çünkü, “kabuk” veya “isim” değişse de “öz” ve “cisim” değişmiyor!..
Adı ne olursa olsun; siz onları “derin devlet” veya “devlet içinde devlet” olarak bilin!.. Şunu da bilin ki; onlar “devlet, millet içindir” düsturuna göre değil, “Millet, devlet içindir ve devletin kölesidir” inancına göre hareket etmektedirler!..
Yani, “devlet yaşasın” da, “millet” ne olursa olsun?!?..
öyle ya; “millet” dediğin ne ki;
“Eşşek gibi çalışan, sürekli üretim yapan, vergisini veren, asker yetiştiren ırgatlar topluluğu!”
Evet, onlar için “insan”ın hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur!..
önemli olan “devlet”tir!..
önemli olan “saltanat”tır!..
Kendi saltanatları!..
Dedim ya;
Adları ne olursa olsun; ister “İttihat Terakki” olsun, isterse “Ergenekon” veya “Milli Egemenlik Hareketi!”... Bunların asıl adı “derin devlet” veya “devlet içinde devlet”tir!..
“Ergenekon diye bir örgüt yoktur ki terörü olsun!” diyenler de gayet iyi biliyorlar ki böyle bir örgüt vardır ve sürekli “isim” değiştirmektedir!..
Ama kendileri de bu örgütün içinde veya onlara “yardım, yataklık ve yalakalık” yaptıkları için, tıpkı “delil karartma” gibi “örgüt karartması” uyguluyorlar!..
örgütü sulandırıyorlar!..
Kafaları bulandırıyorlar!..

ECEVİT’İ “HASTA”(!) EDEN KİMDİ?
İşte ben de bunlara bakıp bakıp soruyorum:
“He ya, Ergenekon yoktur!.. Aslında Bülent Ecevit diye biri de yoktur ve hiç hastalanmamıştır!.. Hastalanınca, hakkında iş göremez raporu tanzim edilip, görevden uzaklaştırılmak istenmemiştir!”
Hatırlıyor musunuz o günleri?..
“Düzgün” konuşan, “normal” yürüyen bir adam, birdenbire “peltek” konuşmaya, “kolonları gövdesini taşıyamamaya” başlamış ve yorulup da Başbakanlık merdivenlerine oturunca, “yerinden kalkamayan başbakan” oluvermişti.
İyi de, ne olmuştu da hastalanmıştı Ecevit?..
Bana öyle geliyor ki;
“Milletin iradesi”yle seçilen Merve Kavakçı’ya, sırf “başındaki örtü”den dolayı yemin ettirmeyip; “Bu hanıma haddini bildirin” diye höykürdüğü gün, Ecevit’in “son kullanma tarihi” dolmuştu!.. Yerine, “taze bir kan” bulunamadı!..
O halde, “hasta”lanmalıydı.
İşte, o günkü haberler:
Doktorlar, “Başbakan bir ay süreyle 24 saat kontrol altında olmalı” yönünde rapor hazırlayıp Rahşan Hanım’a verdiler. İddiaya göre, Rahşan Hanım çok sinirlendi ve raporu yırttı. Doktorlar raporu, “heyet oluşturulması” için Başbakanlık Müsteşarı’na da gönderdi. Müsteşar da, Başbakan’a heyette kimlerin yer almasını istediğini sordu. Ancak cevap alamadı.

PSİKOLOJİK LİNç EKİBİ
Sadece bu mu?.. “Psikolojik savaş kahramanları” da hemen girdiler devreye ve “Ecevit’leri yıpratacak”, daha doğrusu “psikolojik linç” uygulanacak ne varsa, yazmaya başladılar:
“Bülent Bey’e bacağındaki arıza için kasığına kadar özel çorap verilmiş. Kapıyı bir açıyor ve çorap ayak bileklerinde. çelik korse çözülmüş. Doktorlar ne yapsın, belki çıldırma aşamasına geliyorlar ve çok kibarca uyarıyorlar.
Hastaneye yattığında bütün derisinde kabarmalar ve lekeler var. Cildiye uzmanları bunları önce bir hastalık zannedip incelemeye alıyor.
Sonra görülüyor ki, bunlar iyi yıkanmadığı, iyi temizlenmediği için oluşmuş şeyler.
Hastanede her tarafı güzelce yıkanıp paklanıyor, pamuklarla siliniyor. Cildinin temizlik sonrası aldığı renge Rahşan Hanım bile şaşırıyor...
‘Meğer senin ne güzel tenin varmış Bülent” diyor.
Bülent Bey’in iyice uzamış ve bakımsız kalmış el ve ayak tırnakları da hastanede güzelce kesiliyor, temizleniyor.
Ellerine bir güzellik geliyor, ayakları rahat ediyor.
Şimdi işin daha vahim bir boyutuna geliyorum. Başbakan’ın, hastaneye geldiğinde resmen “Aç” olduğu görülüyor. Eksik ve yanlış beslendiği ortaya çıkıyor. Evinde yıllarca tek taraflı -çoğunlukla çay, bisküvi, kuru şeyler- ile beslenmiş. Bu durum kan tahlillerinde açıkça ortaya çıkıyor.
(...)
Akıllarda, aylardan beri bir soru var:
Ecevit bu durumuyla başbakanlık yapabilir mi?”
....
Şimdi soruyorum: Eğer “böyle bir olay yok” ise, Ecevit’e “hastane darbesi” yapılmak istenmediyse ve o hastanenin başhekimi Prof. Dr. Mehmet Haberal, şu sıralar “Milli Egemenlik Hareketi”nin içinde değilse, bu hareketin toplantılarına Bitlis eski Milletvekili Kamran İnan, eski ANAP’lı Bakan Ufuk Söylemez, Ergenekon’dan tutuklu İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, ADD Yönetim Kurulu üyesi Dursun Ali özcan ve yine “Ergenekon Terör örgütü”nün sanıkları olarak şu anda tutuklu bulunan emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon katılmamış iseler, o toplantılarda “hükümetin yıkılması” konuşulmamış ise, o zaman ben de inanırım ki Ergenekon fasa-fisodur!..
Ama bunlar olduysa, “Ergenekon” vardır!..

“TEZİç’E SUİKAST” PALAVRASI!
Sadece bu da değil... Bir de 27 Nisan günkü “Cumhurbaşkanlığı oylaması” ve daha sonraki “ANAP-DYP birleşmesi” var!..
Sahi, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu, o oylamaya niye katılmadılar da Türkiye’yi “kaos”a sürüklediler?.. Onlara “oylamaya katılmayın” telkininde bulunan “kimler”di?..
Tam da o günlerde, gerçekten de “YöK Başkanı Erdoğan Teziç’e suikast girişimi”nde bulunuldu mu?.. Yoksa, bu “sansasyon” da, Ağar ve Mumcu’nun oylamaya katılmasını engellemek için düzenlenmiş bir “tezgâh” mıydı?..
Evet, “tezgâh”tı, çünkü “bir gün sonrası”nı Osman özsoy, şöyle anlatıyordu:
“İlginçtir, YöK’e silahlı saldırı yapıldığı haberi ertesi günü gazetelere düştüğünde, ben Ankara’dan İstanbul’a dönüyordum. Otobüste koridor kenarındaki koltukta gazetemi açmış okurken, aynı hizadaki koridora bakan koltukta oturan bir genç gazetedeki bir haber ilgisini çekmişcesine, “şu gazeteye bir bakabilir miyim abi” diyerek gazeteyi hızlıca elimden aldı ve şaşkınlıkla, “yok ya böyle bir şey...” dedi.
“Ne yok, anlamadım” dedim. Meğer kendisi YöK’te güvenlikte çalışıyormuş.
Bunlara gidin, 15–20 gün kafa dinlendiririn diye apar topar izin vermişler. Şimdi anlaşılıyor ki, sanıyorum bunları işin foyası ortaya çıkmasın diye bir süreliğine oradan uzaklaştırmışlar.
Soru şu; O gün YöK’te gerçekten ne oldu? Nasıl oluyor da, YöK başkanlık binasına çok uzak mesafede her nasılsa patlatılan (veya patlatılmayan) bir silahtan yola çıkarak, sanki YöK Başkanı ciddi bir saldırıya kurban gitmiş gibi ortalık velveleye verildi ve olay abartılabildi. Bu olaydan yola çıkarak, Erkan Mumcu’nun bile tırsmasına yola açan bir ortam oluşturabildi. O gün otobüste denk geldiğim kişinin söylediklerinden yola çıkılarak, personele izin olayını ilgilerin dikkatine sunuyorum. öyle bir zamanda personelin daha bir önemle işine sarılması mı beklenir, yoksa bir şey görmediniz duymadınız der gibi bir müddet uzaklaşmaları için izin mi verilir.”

DANIŞTAY-ERGENEKON BAĞLANTISI
Sadece bunlar değil elbet...
“Tehlikenin Farkında mısınız?” anonslarının hemen ardından “tehlike”(!)yi farkedip, “Cumhuriyet’e bomba atanlar” veya attıranlar kimlerdi?..
“Danıştay’a saldırı”yı da unutmayalım... Bu saldırı ile Ergenekon arasında bağlantı kuramayıp, “çünkü belge yoktu” diyen emekli hakim Orhan Karadeniz var... Buna karşılık, “455 sayfa ve 14 klasör belgeyi sayfa sayfa biliyorum. Bunlar arasında Ergenekon şüphelilerinin Danıştay saldırısıyla ilgisinin olmadığına ilişkin bir belge yok” diyen cinayet sanığı Süleyman Esen’in avukatı Mehmet Ener var!..
Var oğlu var!.. Daha nice “faili meçhul cinayet” ve “suikast” var!..
Sahi, dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı “kaza” ile mi düştü, yoksa “düşürüldü” mü?
özdemir Sabancı’yı kim, niye ve kimin talimatıyla öldürdü?..
Daha yığınla örnek vermek mümkün...
Eğer, hâlâ; “Tüm bunlar olmadı!.. Böyle bir olay yok” diyen varsa, işte o zaman ben de “Ergenekon’un olmadığı”na inanırım!..
Hatta, şuna bile ikna olurum:
“Aslında Türkiye diye bir ülke de yok!”
çünkü bunlar Patagonya’da yaşandı!..
-----------------
Bu ne biçim köprü, sayın bakan?
Son günlerde "öğretmenlerin şikâyet bombardımanı" altındayım... Telefon açıp, diyorlar ki; "Biz Turkcell'in kölesi miyiz?.. Turkcell yüzünden dilenci durumuna düştük!"
Efendim, şikâyete konu olan olay şu:
"Milli Eğitim Bakanlığı-Turkcell işbirliği" ile okullar arasında "Gönül Köprüsü" adlı bir proje uygulamasına geçilmiş...
Projenin özü şu: Doğu'dan veya Güneydoğu'dan öğrenciler İstanbul veya bir başka şehirdeki okullar tarafından "misafir" edilecek, şehrin tarihi ve turistik yerleri gezdirilecek!..
Gelin, görün ki; projenin "sponsor"u olan Turkcell, öğrencilere sadece bir "şapka" ve "sırt çantası" verip, "reklâmını" yapıyor, başka hiçbir ihtiyaca tek kuruş ödeme yapmıyormuş!..
Ama öğretmenler, "misafir" ettikleri öğrencilerin “200-250 milyon lira”yı bulan "kahvaltı, yemek, ulaşım ve çeşitli ihtiyaçları" için gereken "para"yı, adeta "dilenerek" sağlıyorlarmış!..
Diyor ki, öğretmenler; "Sadece MEB'in işi olsa, yüreğimiz yanmaz!.. Ama Turkcell'in reklâmına alet ediliyoruz, yüreğimiz ona yanıyor!.. Davulu biz çalıyoruz, parsayı Turkcell topluyor. Kısacası dilenen biz, kendi reklamını yapan Turkcell!"
Sayın Hüseyin çelik'e duyurulur!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi