Salih Mirzabeyoğlunun ve Fikret Bayramın sesini duyan var mı?
Herhalde sizlerin de dikkatini çekmiş olmalıdır... Önceki günkü birçok gazetede Odatv sanıklarının, özellikle de Soner Yalçının serbest bırakılması için adeta bir kampanya vardı... Hepsi de yargı üzerinde baskı oluşturmaya çalıştılar.
Aslında haklıydılar...
Nedim Şener ve Ahmet Şık dışarıda ise Soner Yalçın niye içeride?.. Soner Yalçın içeride ise, diğerleri niye dışarıda?..
Yargı üzerinde öyle bir psikolojik baskı uyguladılar ki; bu baskı sadece yazı ile kalmadı, mahkeme salonunda da devam etti...
Gazetelerdeki haber ve köşe yazılarında Sonere özgürlük diye yazı yazanlar; Karar günü... Tahliye edilmeleri bekleniyor gibi başlıklar atanlar, bununla yetinmeyip, mahkeme üyelerine psikolojik baskı için duruşma salonuna da gittiler... Ki, aralarında CHP Milletvekili İlhan Cihaner, Sözcü yazarı Uğur Dündar ve Hürriyet yazarı Yalçın Doğan da vardı...
Hayır, yadırgamıyorum.
Ayıplamıyorum da...
Tam aksine;
Bir arkadaşlarına, bir meslektaşlarına, bir yoldaş ve candaşlarına böylesine sahip çıkmalarını takdir bile ediyorum.
Tıpkı, kargalar gibiler...
Kargalar da öyledir ya;
Herhangi bir insan, bir kargayı ya da yavrusunu öldürdüğünde veya yaraladığında; aradan 5 dakika geçmeden bütün kargalar toplanır, adamın üzerine pike yapmaya başlar ve bir anlamda arkadaşlarına veya yavrularına sahip çıktıklarını gösterirler ya; gazetecilerin ve siyasilerin de Soner Yalçına sahip çıkmaları, gerçekten de takdire şayan bir davranış olmuştur.
Tamam; mahkeme psikolojik baskılara boyun eğmedi ve Soneri tahliye etmedi ama, arkadaşları görevlerini lâyıkıyla yaptı...
Onları kutlamak gerek...
İSRAİLDEN HEP AYNI TAKTİK!
Ya, bizim mahallede aynı kenetlenme, aynı sahip çıkma var mı?..
Meselâ, yazar ve mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hakkında bugüne kadar kaç kişi yazı yazdı, kaç kişi bu işi kampanyaya dönüştürdü?..
Salih Mirzabeyoğlu; değil kurşun sıkmak, eline silah bile almadığı halde, yıllardır içeride...
Hem de;
Onu mahkûm eden hakimin bile Yanlış karar vermiş olabilirim demesine rağmen!..
Hem de;
Mirzabeyoğlunu mahkûm eden hakimin, bir brifingli yargıç olmasına rağmen!..
Kimsenin umurunda değil!..
Karşı mahallede, hiç olmazsa Sonere özgürlük diye bağıranlar var, bizim mahallede ise ya hiç ses çıkarılmıyor, ya da çıkarılan sesler, maalesef cılız kalıyor.
Hani, Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Mısıra gitmeden önce, İstanbulda şöyle demişti ya; Şu anda, Gazze tarafında 40a yakın maalesef ölüm vakası var... Bunların içinde çoğu çocuk ve kadın... İsrail 3 tane ölüsüyle dünyayı ayağa kaldırıyor, AB bunu bir savunma hakkı olarak ifade ediyor... Aslında anlaşmayı, ateşkesi bozan İsrail. Ateşkesi bozuyor ve bombalamaya başlıyor ve ondan sonra karşı bir adım yapılınca da hemen suçlu olarak ortaya Filistin veya Gazze çıkarılıyor... Bu çok yanlış bir yaklaşım tarzı. Bu, İsrailin her zamanki oyunudur.
Kabul edelim ki;
Filistin neyse, Gazze neyse, bizim mahalle de odur...
Haklı da olsa, sesini duyuramıyor.
İsrail ise;
Sadece 3 ölüsü olmasına rağmen, alt tarafı bir tek yumurta yumurtlayan tavuk misali, öyle bir bağırıyor ki, duymayan kalmıyor!..
Karşı mahalle de öyle!..
Alt tarafı, içeride Mustafa Balbayları, Tuncay Özkanları ve Soner Yalçınları var ama bütün Türkiyeyi ayağa kaldırıyorlar.
Bizim mahallede ise;
Salih Mirzabeyoğlu başta olmak üzere, birçok isim yıllardır içeride ama bırakın onları hatırlamayı, birçoğunun adını bilen bile yok...
FİKRET BAYRAMA ÖZGÜRLÜK
Meselâ, siz;
Kronikleşmiş Hepatit B ve Delta Süper Enfeksiyonu hastalığına yakalanan Yasin Demir ile vücudunun yüzde 92sini kullanamayan, felçli Fikret Bayram adlı mahkûmları tanır mısınız?..
Omurilik felçlisi olduğundan omuzlarından aşağıya kadar bedenini hissetmeyen ve başkalarının yardımı olmadan yaşayamayan Fikret Bayram, tam 13 yıl 10 ay 16 gündür cezaevinde tutuluyor...
Fikret Bayram, daha önce 1998de İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan kalıcı sakatlığı vardır raporu almış; bunun üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından affedilmişti.
Ancak devam eden mahkemesi 2009 yılında sonuçlanmış ve Bayram tekrar tutuklanarak cezaevine konulmuştu...
Aynı yıl tekrar Adli Tıp Kurumuna başvurdu. İstanbul Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, 12 yıl önce kendi verdiği raporla birlikte Batman Devlet Hastanesi ve Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesinin de verdiği yüzde 95 sakat ve bakıma muhtaçtır raporlarını da görmezden gelerek, sürekli hastalığı yoktur raporu verdi.
Fikret Bayram, kendi ihtiyaçlarını karşılayamamasına rağmen, maalesef cezaevinde tutulmaya devam ediliyor.
Hadi, biz de;
Salih Mirzabeyoğluna, Yasin Demire ve Fikret Bayrama özgürlük diyelim...
Bakalım sesimizi duyan olacak mı?..
BİR BABANIN FERYADI
Ya, şu yaşlı babanın feryadını duyacak birileri var mı?..
Adı Mehmet, soyadı Yetiş...
1937 doğumlu.. Yani 76 yaşında...
Bir mektup yazmış bana...
Kendini ve derdini anlatmış...
Özetle diyor ki;
Biz Adıyaman-Kâhta ilçesinde yaşayan çok mağdur bir aileyiz... Mesleğim fahri Kuran kursu öğreticiliği idi. Yaklaşık 40 yıl aralıksız Kuran öğreticiliği yaptım. Binlerce kişinin Kuran öğrenmesine vesile oldum... 76 yaşındayım, 10 çocuk sahibiyim (8 kız, 2 erkek).
Çocuklarımın 8i evli, 2 kızım ise bekâr olup bana ve eşime bakmak zorundadırlar. Çünkü ben yarı felcim, eşim de tüm hastalıklardan muzdariptir (Kalp, yüksek tansiyon, şeker, sinir...).
Şimdi acıklı hikâyemize gelmek istiyorum.
Büyük oğlum Şuayb; 1996 yılında evlendi ve İstanbula yerleşti. Yaklaşık üç-dört yıl çalıştı. Bir gün (1999 yılında) sabah evden çıktıktan sonra bir daha geri dönmedi ve nihayetinde 6 ay sonra cesedini bize verdiler. Bize; oğlumun bir örgüt tarafından öldürüldüğü söylendi. Oğlum kaçırıldığında bir kızı vardı ve cesedi bulunduktan sonra da bir kızı daha oldu... Şu anda 2 kızı yetim ve bizimle yaşıyor. Bu süre zarfında oğlumun akıbetini merakla ve acıyla beklerken yüksek tansiyondan dolayı felç geçirdim. Tedavi sonucu biraz düzelme olduysa da hâlâ yarı felçliyim.
Fakru zaruret içinde yaşayan bir aileyiz. Hiçbir mal varlığımız ya da irad getirecek bir gayrimenkulümüz yoktur... Yegâne gelirimiz, evde bakım ücretidir. Bunun yanı sıra komşuların ve hayırseverlerin verdikleri yardımlarla geçinmeye çalışıyoruz.
OĞLUMU GÖREMEZ OLDUM!
Şimdi de ikinci acıklı hikâyemizi dile getireceğim. Evet; diğer oğlum Mustafanın başına gelenleri anlatmak istiyorum...
Şuaybın ölümünden iki yıl sonra kalan tek oğlum olan Mustafayı evlendirdik... Bu evlilikten 3 oğlu oldu. Şuaybın korkunç akıbetini düşünerek yanımızdan ayrılmasını istemedik. Herhangi bir mesleği olmadığından abonelere gazete dağıtımı yapıyordu.
Şuaybın hasretini bir türlü unutamıyor, çocuklarıyla birbirimize sarılarak çoğu günlerimizi ağlayarak geçiriyorduk. Daha bu acımız ve yaramız dinmeden, Mustafa oğlumu da Eylül 2010 tarihinde bir şafak vakti polisler evden alıp götürdüler.
Adıyamanda Emniyet tarafından ifadesi alındıktan sonra, Malatyaya sevk ettiler.
Tutuklu olarak yargılandı ve 10 yıl 6 ay ceza yedi.
Suçu ne idi?
Mustazaf Derneği Kâhta Şubesinin sekreterliğini bir süre yürütmek ve bu derneğin Diyarbakırda düzenlemiş olduğu Peygamber Sevdalıları mitingine katılmak, Ş.Urfada İsraili protesto mitingine gitmek ve en büyük suçu da benim yıllarca Kuran öğreticiliği yapmamdı.
Oğlumun ceza almasına sebep olan iddiaları ve konuşma tutanaklarını keşke bir görebilseydiniz. Buna kargalar bile güler. O kadar komik, o kadar basit gerekçelerle ceza verilmesi tam evlere şenlik bir karardır. Arada-sırada dernekte arkadaşlarıyla oturup sohbet etmeleri örgüt üyeliği olarak addedilmiştir. İşte buna isyan etmemek elde değildir. Bu düpedüz fikre ve düşünceye verilen bir cezadır.
Bir taraftan büyük oğlum Şuaybın Hizbullah örgütü tarafından öldürüldüğü iddia ediliyor, öte yandan diğer oğlum olan Mustafa da Hizbullah üyesi olmaktan 10 yıl ceza alıyor.
Biz, bunu hak etmiş değiliz.
Böyle bir şey olamaz.
Her iki oğlum da Allah yolunda kendi halinde yaşarlarken, değil bir insana zarar vermeyi, bir karıncayı ezmekten bile korkan, zarar vermekten çekinen ve bu şekilde büyüttüğüm çocuklarım, haksız yere ve bir hiç uğruna biri toprak altına, öteki de cezaevine gönderilmiştir.
İşte bu büyük haksızlığa ve zulme isyan ediyoruz.
Son defa imdat çığlıklarımı haykırıyorum. Ne olur bizleri duyun ve görün!.. Oğluma yapılan bu haksızlığa bir dur deyin. Oğlum 20 ay Malatya Cezaevinde, 5 ay Adıyaman Cezaevinde kaldı. Adıyamanda iken felçli halimle de olsa ara sıra gidip ziyaret edebiliyorduk... Bununla da biraz teselli buluyorduk.
Ama gelin görün ki; bize bunu da çok gördüler ve oğlumun sevkini 25 Eylül 2012 tarihinde ani bir kararla Kocaeli Cezaevine çıkardılar. Artık bizim ve çocuklarının Kocaeliye gitmelerine ne gücümüz yeter, ne de sağlığımız el verir.
Bu kadar acı çeken bir aileye bir acı daha yaşatılmıştır.
Tek talebimiz ve istirhamımız; oğlumun naklinin tekrar Adıyaman Cezaevine yapılmasıdır.
Çok mağdur ve aciz kalmış bir aileyiz. Çevrenin ve komşuların desteği ile hayata tutunuyoruz. Birilerinin başımıza ördüğü çorabın sökülüp atılması için her iki oğlumun başına gelen olayların araştırılıp açığa çıkartılmasını talep ediyor ve bekliyoruz.
DUYUN BU SESİ!
Evet, 76 yaşındaki yarı felçli Hacı Mehmet Yetişin mektubu özetle böyle... Hem faili meçhule kurban giden oğlu Şuaybın başına gelenlerin aydınlatılmasını, hem de küçük oğlu Mustafa nın dâvâsına yeniden bakılmasını ve onun Kocaeli Cezaevinden, tekrar Adıyaman Cezaevine nakledilmesini talep ediyor.
Gördüğünüz gibi;
İnsanlık görevimi yapıp, bir babanın feryadını duyurmaya çalıştım...
Karşı mahallenin sesine kulak verenler, umarım bizim mahallenin sesine kulak tıkamazlar...
Bir ses bekliyorum...
İnsan olan isyan eder!
Hani, Suriyedeki katliam üzerine, Başbakan Tayyip Erdoğan; Esedin gitmesini istedi diye; Türkiye, Suriyenin içişlerine niye karışıyor?.. Bizim Suriyede işimiz ne? diyenler vardı ya; aynı sığ kafalar, İsrailin Filistindeki vahşeti karşısında acaba ne düşünüyorlar?.. Yine, Türkiye, İsraile karışmasın diyorlar mı?..
Onlar ne derse desin, Türkiye, bu meselede de taraftır!.. Niye taraftır?.. Çünkü, dün 10 bakan ve 350 iş adamı ile birlikte Mısıra giden ve Kahire Üniversitesinde bir konferans veren Başbakan Tayyip Erdoğanın dediği gibi; Mekke, Medine, Kahire, İskenderiye, Beyrut, Şam, Diyarbakır, İstanbul, Ankara, Ramallah, Nablus, Eriha, Refah, Gazze ve Kudüs, birbirlerinin kardeşidir...
Yine Erdoğanın ifadesiyle;
Bu şehirlerde dökülen her damla kan, bizim damarlarımızdaki kandır... Bu şehirlerde toprağa düşen her can bizim canımız, her damla gözyaşı bizim gözyaşımızdır... Bu kanların, bu canların, bu gözyaşlarının hesabı, er ya da geç sorulacaktır.
Çünkü İsrail, bölgeyi kan gölüne çevirmiş, her türlü insanlık dışı yönteme başvurmuş, orantısız güç kullanmış, bunu yaparken de; BM, ABD ve ABnin uluslararası vurdumduymazlıklarından cesaret almıştır.
Bırakın kardeş olmayı, insan olarak bile bu katliamlara sessiz kalınır mı?.. Erdoğan da bir insandır ve elbette isyan etmektedir...
Bunu dünya da anlamalı, Türkiyedeki sığ kafalılar da!..