Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Salih Mirzabeyoğlu’nun ve Fikret Bayram’ın sesini duyan var mı?

Salih Mirzabeyoğlu’nun ve Fikret Bayram’ın sesini duyan var mı?

Herhalde sizlerin de dikkatini çekmiş olmalıdır... Önceki günkü birçok gazetede “Odatv sanıkları”nın, özellikle de Soner Yalçın’ın serbest bırakılması için adeta bir “kampanya” vardı... Hepsi de “yargı üzerinde baskı” oluşturmaya çalıştılar.
Aslında haklıydılar...
Nedim Şener ve Ahmet Şık dışarıda ise Soner Yalçın niye içeride?.. Soner Yalçın içeride ise, diğerleri niye dışarıda?..
Yargı üzerinde öyle bir “psikolojik baskı” uyguladılar ki; bu baskı sadece “yazı” ile kalmadı, “mahkeme salonu”nda da devam etti...
Gazetelerdeki haber ve köşe yazılarında “Soner’e özgürlük” diye yazı yazanlar; “Karar günü... Tahliye edilmeleri bekleniyor” gibi başlıklar atanlar, bununla yetinmeyip, “mahkeme üyelerine psikolojik baskı” için duruşma salonuna da gittiler... Ki, aralarında CHP Milletvekili İlhan Cihaner, Sözcü yazarı Uğur Dündar ve Hürriyet yazarı Yalçın Doğan da vardı...
Hayır, yadırgamıyorum.
Ayıplamıyorum da...
Tam aksine;
Bir “arkadaş”larına, bir “meslektaş”larına, bir “yoldaş” ve “candaş”larına böylesine “sahip” çıkmalarını “takdir” bile ediyorum.
Tıpkı, “kargalar” gibiler...
“Kargalar” da öyledir ya;
Herhangi bir insan, bir kargayı ya da yavrusunu öldürdüğünde veya yaraladığında; aradan 5 dakika geçmeden bütün kargalar toplanır, adamın üzerine “pike” yapmaya başlar ve bir anlamda “arkadaş”larına veya “yavru”larına “sahip” çıktıklarını gösterirler ya; gazetecilerin ve siyasilerin de Soner Yalçın’a sahip çıkmaları, gerçekten de takdire şayan bir davranış olmuştur.
Tamam; mahkeme “psikolojik baskı”lara boyun eğmedi ve Soner’i “tahliye” etmedi ama, “arkadaşları” görevlerini lâyıkıyla yaptı...
Onları kutlamak gerek...
İSRAİL’DEN HEP AYNI TAKTİK!
Ya, “bizim mahalle”de aynı kenetlenme, aynı sahip çıkma var mı?..
Meselâ, yazar ve mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hakkında bugüne kadar kaç kişi yazı yazdı, kaç kişi bu işi kampanyaya dönüştürdü?..
Salih Mirzabeyoğlu; değil “kurşun” sıkmak, eline “silah” bile almadığı halde, yıllardır içeride...
Hem de;
Onu mahkûm eden “hakim”in bile “Yanlış karar vermiş olabilirim” demesine rağmen!..
Hem de;
Mirzabeyoğlu’nu mahkûm eden hakimin, bir “brifingli yargıç” olmasına rağmen!..
Kimsenin umurunda değil!..
“Karşı mahalle”de, hiç olmazsa “Soner’e özgürlük” diye bağıranlar var, “bizim mahalle”de ise ya hiç ses çıkarılmıyor, ya da çıkarılan sesler, maalesef “cılız” kalıyor.
Hani, Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Mısır’a gitmeden önce, İstanbul’da şöyle demişti ya; “Şu anda, Gazze tarafında 40’a yakın maalesef ölüm vakası var... Bunların içinde çoğu çocuk ve kadın... İsrail 3 tane ölüsüyle dünyayı ayağa kaldırıyor, AB bunu bir savunma hakkı olarak ifade ediyor... Aslında anlaşmayı, ateşkesi bozan İsrail. Ateşkesi bozuyor ve bombalamaya başlıyor ve ondan sonra karşı bir adım yapılınca da hemen suçlu olarak ortaya Filistin veya Gazze çıkarılıyor... Bu çok yanlış bir yaklaşım tarzı. Bu, İsrail’in her zamanki oyunudur.”
Kabul edelim ki;
“Filistin” neyse, “Gazze” neyse, “bizim mahalle” de odur...
Haklı da olsa, sesini duyuramıyor.
İsrail ise;
“Sadece 3 ölüsü” olmasına rağmen, “alt tarafı bir tek yumurta yumurtlayan tavuk” misali, öyle bir bağırıyor ki, duymayan kalmıyor!..
“Karşı mahalle” de öyle!..
Alt tarafı, içeride Mustafa Balbay’ları, Tuncay Özkan’ları ve Soner Yalçın’ları var ama bütün Türkiye’yi ayağa kaldırıyorlar.
“Bizim mahalle”de ise;
Salih Mirzabeyoğlu başta olmak üzere, birçok isim yıllardır içeride ama bırakın onları hatırlamayı, birçoğunun adını bilen bile yok...
FİKRET BAYRAM’A ÖZGÜRLÜK
Meselâ, siz;
Kronikleşmiş Hepatit B ve Delta Süper Enfeksiyonu hastalığına yakalanan Yasin Demir ile vücudunun yüzde 92’sini kullanamayan, felçli Fikret Bayram adlı mahkûmları tanır mısınız?..
Omurilik felçlisi olduğundan omuzlarından aşağıya kadar bedenini hissetmeyen ve başkalarının yardımı olmadan yaşayamayan Fikret Bayram, tam “13 yıl 10 ay 16 gündür” cezaevinde tutuluyor...
Fikret Bayram, daha önce 1998’de İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’ndan “kalıcı sakatlığı vardır” raporu almış; bunun üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından affedilmişti.
Ancak devam eden mahkemesi 2009 yılında sonuçlanmış ve Bayram tekrar tutuklanarak cezaevine konulmuştu...
Aynı yıl tekrar Adli Tıp Kurumu’na başvurdu. İstanbul Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, 12 yıl önce kendi verdiği raporla birlikte Batman Devlet Hastanesi ve Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin de verdiği “yüzde 95 sakat ve bakıma muhtaçtır” raporlarını da görmezden gelerek, “sürekli hastalığı yoktur” raporu verdi.
Fikret Bayram, kendi ihtiyaçlarını karşılayamamasına rağmen, maalesef cezaevinde tutulmaya devam ediliyor.
Hadi, biz de;
“Salih Mirzabeyoğlu’na, Yasin Demir’e ve Fikret Bayram’a özgürlük” diyelim...
Bakalım sesimizi duyan olacak mı?..
BİR BABANIN FERYADI
Ya, şu “yaşlı baba”nın feryadını duyacak birileri var mı?..
Adı Mehmet, soyadı Yetiş...
1937 doğumlu.. Yani 76 yaşında...
Bir mektup yazmış bana...
“Kendini” ve “derdini” anlatmış...
Özetle diyor ki;
“Biz Adıyaman-Kâhta ilçesinde yaşayan çok mağdur bir aileyiz... Mesleğim fahri Kur’an kursu öğreticiliği idi. Yaklaşık 40 yıl aralıksız Kur’an öğreticiliği yaptım. Binlerce kişinin Kur’an öğrenmesine vesile oldum... 76 yaşındayım, 10 çocuk sahibiyim (8 kız, 2 erkek).
Çocuklarımın 8’i evli, 2 kızım ise bekâr olup bana ve eşime bakmak zorundadırlar. Çünkü ben yarı felcim, eşim de tüm hastalıklardan muzdariptir (Kalp, yüksek tansiyon, şeker, sinir...).
Şimdi acıklı hikâyemize gelmek istiyorum.
Büyük oğlum Şuayb; 1996 yılında evlendi ve İstanbul’a yerleşti. Yaklaşık üç-dört yıl çalıştı. Bir gün (1999 yılında) sabah evden çıktıktan sonra bir daha geri dönmedi ve nihayetinde 6 ay sonra cesedini bize verdiler. Bize; oğlumun bir örgüt tarafından öldürüldüğü söylendi. Oğlum kaçırıldığında bir kızı vardı ve cesedi bulunduktan sonra da bir kızı daha oldu... Şu anda 2 kızı yetim ve bizimle yaşıyor. Bu süre zarfında oğlumun akıbetini merakla ve acıyla beklerken yüksek tansiyondan dolayı felç geçirdim. Tedavi sonucu biraz düzelme olduysa da hâlâ yarı felçliyim.
Fakru zaruret içinde yaşayan bir aileyiz. Hiçbir mal varlığımız ya da i’rad getirecek bir gayrimenkulümüz yoktur... Yegâne gelirimiz, evde bakım ücretidir. Bunun yanı sıra komşuların ve hayırseverlerin verdikleri yardımlarla geçinmeye çalışıyoruz.
“OĞLUMU GÖREMEZ OLDUM!”
Şimdi de ikinci acıklı hikâyemizi dile getireceğim. Evet; diğer oğlum Mustafa’nın başına gelenleri anlatmak istiyorum...
Şuayb’ın ölümünden iki yıl sonra kalan tek oğlum olan Mustafa’yı evlendirdik... Bu evlilikten 3 oğlu oldu. Şuayb’ın korkunç akıbetini düşünerek yanımızdan ayrılmasını istemedik. Herhangi bir mesleği olmadığından abonelere gazete dağıtımı yapıyordu.
Şuayb’ın hasretini bir türlü unutamıyor, çocuklarıyla birbirimize sarılarak çoğu günlerimizi ağlayarak geçiriyorduk. Daha bu acımız ve yaramız dinmeden, Mustafa oğlumu da Eylül 2010 tarihinde bir şafak vakti polisler evden alıp götürdüler.
Adıyaman’da Emniyet tarafından ifadesi alındıktan sonra, Malatya’ya sevk ettiler.
Tutuklu olarak yargılandı ve 10 yıl 6 ay ceza yedi.
Suçu ne idi?
Musta’zaf Derneği Kâhta Şubesi’nin sekreterliğini bir süre yürütmek ve bu derneğin Diyarbakır’da düzenlemiş olduğu ‘Peygamber Sevdalıları’ mitingine katılmak, Ş.Urfa’da İsrail’i protesto mitingine gitmek ve en büyük suçu da benim yıllarca Kur’an öğreticiliği yapmamdı.
Oğlumun ceza almasına sebep olan iddiaları ve konuşma tutanaklarını keşke bir görebilseydiniz. Buna kargalar bile güler. O kadar komik, o kadar basit gerekçelerle ceza verilmesi tam evlere şenlik bir karardır. Arada-sırada dernekte arkadaşlarıyla oturup sohbet etmeleri örgüt üyeliği olarak addedilmiştir. İşte buna isyan etmemek elde değildir. Bu düpedüz fikre ve düşünceye verilen bir cezadır.
Bir taraftan büyük oğlum Şuayb’ın Hizbullah örgütü tarafından öldürüldüğü iddia ediliyor, öte yandan diğer oğlum olan Mustafa da Hizbullah üyesi olmaktan 10 yıl ceza alıyor.
Biz, bunu hak etmiş değiliz.
Böyle bir şey olamaz.
Her iki oğlum da Allah yolunda kendi halinde yaşarlarken, değil bir insana zarar vermeyi, bir karıncayı ezmekten bile korkan, zarar vermekten çekinen ve bu şekilde büyüttüğüm çocuklarım, haksız yere ve bir hiç uğruna biri toprak altına, öteki de cezaevine gönderilmiştir.
İşte bu büyük haksızlığa ve zulme isyan ediyoruz.
Son defa imdat çığlıklarımı haykırıyorum. Ne olur bizleri duyun ve görün!.. Oğluma yapılan bu haksızlığa bir dur deyin. Oğlum 20 ay Malatya Cezaevi’nde, 5 ay Adıyaman Cezaevi’nde kaldı. Adıyaman’da iken felçli halimle de olsa ara sıra gidip ziyaret edebiliyorduk... Bununla da biraz teselli buluyorduk.
Ama gelin görün ki; bize bunu da çok gördüler ve oğlumun sevkini 25 Eylül 2012 tarihinde ani bir kararla Kocaeli Cezaevi’ne çıkardılar. Artık bizim ve çocuklarının Kocaeli’ye gitmelerine ne gücümüz yeter, ne de sağlığımız el verir.
Bu kadar acı çeken bir aileye bir acı daha yaşatılmıştır.
Tek talebimiz ve istirhamımız; oğlumun naklinin tekrar Adıyaman Cezaevi’ne yapılmasıdır.
Çok mağdur ve aciz kalmış bir aileyiz. Çevrenin ve komşuların desteği ile hayata tutunuyoruz. Birilerinin başımıza ördüğü çorabın sökülüp atılması için her iki oğlumun başına gelen olayların araştırılıp açığa çıkartılmasını talep ediyor ve bekliyoruz.”
DUYUN BU SESİ!
Evet, 76 yaşındaki yarı felçli Hacı Mehmet Yetiş’in mektubu özetle böyle... Hem “faili meçhul”e kurban giden oğlu Şuayb’ın başına gelenlerin aydınlatılmasını, hem de küçük oğlu Mustafa ‘nın dâvâsına yeniden bakılmasını ve onun Kocaeli Cezaevi’nden, tekrar Adıyaman Cezaevi’ne nakledilmesini talep ediyor.
Gördüğünüz gibi;
“İnsanlık” görevimi yapıp, “bir babanın feryadı”nı duyurmaya çalıştım...
“Karşı mahalle”nin sesine kulak verenler, umarım “bizim mahalle”nin sesine kulak tıkamazlar...
Bir “ses” bekliyorum...


İnsan olan isyan eder!
Hani, “Suriye’deki katliam” üzerine, Başbakan Tayyip Erdoğan; “Esed’in gitmesini” istedi diye; “Türkiye, Suriye’nin içişlerine niye karışıyor?.. Bizim Suriye’de işimiz ne?” diyenler vardı ya; aynı “sığ kafa”lar, “İsrail’in Filistin’deki vahşeti” karşısında acaba ne düşünüyorlar?.. Yine, “Türkiye, İsrail’e karışmasın” diyorlar mı?..
Onlar ne derse desin, Türkiye, bu meselede de “taraf”tır!.. Niye taraftır?.. Çünkü, dün “10 bakan ve 350 iş adamı” ile birlikte Mısır’a giden ve Kahire Üniversitesi’nde bir “konferans” veren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi; “Mekke, Medine, Kahire, İskenderiye, Beyrut, Şam, Diyarbakır, İstanbul, Ankara, Ramallah, Nablus, Eriha, Refah, Gazze ve Kudüs, birbirlerinin kardeşi”dir...
Yine Erdoğan’ın ifadesiyle;
“Bu şehirlerde dökülen her damla kan, bizim damarlarımızdaki kandır... Bu şehirlerde toprağa düşen her can bizim canımız, her damla gözyaşı bizim gözyaşımızdır... Bu kanların, bu canların, bu gözyaşlarının hesabı, er ya da geç sorulacaktır.”
Çünkü İsrail, bölgeyi “kan gölü”ne çevirmiş, her türlü “insanlık dışı yöntem”e başvurmuş, “orantısız güç” kullanmış, bunu yaparken de; BM, ABD ve AB’nin “uluslararası vurdumduymazlık”larından cesaret almıştır.
Bırakın “kardeş” olmayı, “insan” olarak bile bu “katliam”lara sessiz kalınır mı?.. Erdoğan da bir “insan”dır ve elbette “isyan” etmektedir...
Bunu “dünya” da anlamalı, Türkiye’deki “sığ kafalı”lar da!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi