Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

“Millete düşman” ol, kurtul “yandaş”lıktan!

“Millete düşman” ol, kurtul “yandaş”lıktan!

Tarih, 21 Nisan 1998 Salı... O günlerde, yazarımız Yaşar Kaplan, Genelkurmay Askerî Cezaevi’nde tutuklu...
Akit Yayın Kurulu olarak bizler ve birçok okuyucumuz da, o gün yapılacak “duruşma”yı izlemek üzere Genelkurmay’ın önündeyiz...
“Duruşma Tutanağı”na göre; Hakim Albay Mehmet Sever başkanlığındaki mahkeme heyeti, toplanıyor ve “yoklama” yaptıktan sonra “açık duruşma”ya geçiliyor.
Yaşar Kaplan’ın “kimlik tesbiti” yapıldıktan sonra, ilk sözü Av. Hacı Ali Özhan alıyor ve şunları söylüyor:
“Akit Gazetesi Sahibi Mustafa Karahasanoğlu ile Yazı İşleri Müdürü Hasan Karakaya, gazetenin Ankara Temsilcisi Serdar Arseven ve müvekkilimin eşi ile bazı kişiler duruşmaya alınmadılar, Nizamiye’den içeri sokulmadılar... Bunların Nizamiye’den içeri alınıp, duruşma salonuna getirildikten sonra duruşmanın devam etmesini talep ediyoruz.”
Askeri Savcı, avukatın bu talebine şöyle cevap veriyor:
“... bu kışlanın emniyeti; Genelkurmay Başkanlığı’nın emrindeki Genelkurmay Destek Kıtaları Komutanlığı’nca sağlanmaktadır... Burada esas olan, sanığın savunucularının ve yeterli miktardaki dinleyicilerin içeri alınabilmesi imkânıdır... Bu husus yerine getirilmiştir..”
Savcının bu görüşü üzerine; duruşma hakimi, salonda “16 dinleyici” bulunduğunu ifade ediyor ve devam ediyor duruşmaya.
“İçeride” bunlar olurken; bizler “dışarıda” bekliyoruz... Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi’nin subayları; “ilgileniyor” görünüp, aslında “niçin içeri alınmadığımızı” anlatmaya çalışıyorlar bize... Bin dereden su getiriyorlar!.. En sonunda da, çıkarıyorlar ağızlarındaki baklayı:
“Sizler Genelkurmay’dan akredite gazeteciler olmadığınız için, içeri alamıyoruz!”
Şu garabete bakın;
Başbakanlık nazarında “akredite” olan sarı basın kartım, “Başbakanlığa bağlı Genelkurmay”da geçmiyor!..
Ne enteresan değil mi; o gün “akredite gazeteci” olmadığım için, Yaşar Kaplan’ın yargılandığı duruşma salonuna beni sokmayan Genelkurmay, 1979-1980 yıllarında “yedek subay” olarak almıştı beni saflarına... “Rus sınırı”ndaki Tuzluca’da görev vermişti bana!..
O zaman hiç sormamıştı bana; “akredite” bir gazeteci misin, değil misin?..
Aynı Genelkurmay, Rus sınırında, “Aras nehri kıyısı”nda “karakol” emanet etti bana!.. 40 tane askerin sorumluluğunu verdi...
Ve ben;
Sınırda Rus subayları ile buluşup, Türkiye’nin Sovyetler’e, Sovyetler’in Türkiye’ye yazdığı “gizli mektup”ları verip-aldım!.. Sözlü-yazılı “protesto”ları ilettim, Rus Subayı Binbaşı Loçmanof’a!..
O zaman; hiç kimse sormadı bana “akredite” olup-olmadığımı!..
Hiç kimse de;
“İlerici” veya “gerici” ya da “dinci” veya “yobaz” demedi.
Ama şimdi... Yani 21 Nisan 1998’de bana “akredite değilsin” diyorlar...
Niye “akredite” değilim...
Çünkü, onlara göre “irticacı”yım; “gerici”yim, “yobaz”ım, “dinci”yim!..
ONLAR HÂLÂ DEĞİŞMEDİ!
Bugün, elbette böyle bir “ayrımcılık” yok... Çünkü Türkiye değişti, çünkü Genelkurmay değişti...
Prof. Dr. Namık Açıkgöz’ün dünkü yazısında dediği gibi; “Ordu bile değişti ama CHP ve ODTÜ hâlâ değişmedi!”
“Değişime direnen” elbette sadece “CHP ve ODTܔ değil... Listeye, “bir kısım medya”yı da, daha doğrusu “medyanın bir kısım yazarını ve programcısını” da eklemek gerekir.
Çünkü onlar;
“Değişime direnmekte” kararlılar.
Kendileri “değişmediği” gibi, değişime ayak uyduranları da “yaftalamak”ta, “çamurlamak”ta ve “itibarsızlaştırmak”ta birbirleriyle yarışıyorlar...
İstersen, ağzınla kuş tut!.
Onlara yine yaranamazsın!..
Geçenlerde biri şöyle diyordu;
“Öyle bir Erdoğan karşıtlığı var ki, Erdoğan, eğer dünyanın başına musallat olan kansere karşı bir ilaç bulsa, yine de bunlara yaranamaz!”
Bazı “medyabaz”lar da öyle... “Çok parlak bir teklif” de getirsen, sorunlara “çözüm paketi” de sunsan, yine de “yandaş” yaftasından kurtulamazsın!..
YAFTADAN NASIL KURTULURUM!
Mehmet Ocaktan, önceki günkü Star’da; “burnu kaf dağlarında” olan bu “zerzevat”a yönelik, “ironik bir yazı” yazmış ve özetle demiş ki;
“Henüz AK Parti’nin iktidar olmadığı yıllarda, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi evrensel değerleri savundum ama, “irticacı”, “yobaz” ya da “dinci” yaftalamasından bir türlü kurtulamadım.
Şimdi AK Parti iktidarında da aynı değerleri savunuyorum, ancak bu kez de “yandaşlıkla” yaftalanıyorum.
Gördüğüm kadarıyla, bu iş böyle olmayacak. Acaba diyorum;
“27 Mayıs iyidir, 12 Eylül kötü... Menderes’i idam eden 27 Mayıs bu yüzden devrimdir” desem, saygın bir gazeteci olabilir miyim?
Mesela, molotof kokteylli, taşlı sopalı “protesto gösterileri” yapan öğrencileri Yörük Ali Efe’ye benzeten Kılıçdaroğlu’nu alkışlasam yandaşlıktan kurtulabilir miyim?
Mesela, yazarları, aydınları öldürüp, sonra da Müslümanları ‘olağan şüpheli’ ilan ederek, toplumu birbirine düşman edenleri kutsayan yazılar yazsam, ‘yandaşlıktan’ ilericiliğe terfi edebilir miyim?”
Edemezsin Ocaktan!..
“Yandaşlık”tan kurtulabilmen için; Ahmet Kaya’nın yaşadığı yıllarda “Vay Şerefsiz” diye yazılar döşenecek, öldükten sonra da Paris’e gidip “mezar”ını ziyaret edeceksin!.. Eğer bu “yüzsüzlüğü” yapmazsan, asla “yandaşlık”tan kurtulamazsın!..
EYLEMLERİ ÖVECEKSİN!
Haa, bir de;
“Başbakan’ı sevmek zorunda değilsin... Ama Başbakan ODTܒye geldi diye okulu savaş alanına çeviremezsin!.. Konuş, pankart aç, slogan at, hançeren yırtılırcasına bağır ama taş atma, molotof atma lastik yakma!” deme... Böyle dersen, yafta hazır;
“Yandaş’tan bu beklenir!..”
Bunun yerine;
“Üniversiteli genç dünyayı değiştireceğine inanır... Onun en büyük özelliği her şeye başkaldırması, protesto etmesidir. Onu özel yapan da budur... Özgürlüğü, delikanlılığıdır... ODTܒlü gençler, genlerinden gelen direnme haklarını kullanmışlardır!.. Protesto özgürlüğü engellenemez” dersen, işte o zaman “ilerici” olursun, “özgürlükçü” olursun!..
Anında “aydın” ilân ederler, “baştacı” yaparlar, bütün “ekran”ları sonuna kadar açarlar!..
EZBERLERİ BOZMA!
“İlerici, aydın, özgürlükçü” olabilmek için, “hesap-kitap” bilmene de gerek yok... Aslında, hiçbir şey bilmene de gerek yok!.. Yeter ki, “ağzın iyi lâf yapsın”... Yeter ki, “şablon cümleler” kullan ve sakın “ezber”leri bozma!..
Meselâ; “İşkence altında hayatını kaybeden 68 kuşağının sembol isimlerinden İbrahim Kaypakkaya...” dedin mi, arkasından da; “Kaypakkaya’nın 70 yaşındaki annesini ifadeye çağırmalarını kınıyorum” cümlesini ekledin mi, senden “ilerici”si, senden “aydın”ı olmaz..
Anında baştacı ederler seni!..
Ama, işin aslını sorgulayıp da, aynı İbrahim Kaypakkaya’nın 18 Mayıs 1973 yılında, yani “CHP döneminde” Diyarbakır Cezaevi’nde “işkence”den öldüğünü söylersen!..
Dahası, İbrahim Kaypakkaya’nın annesi için “70 yaşında” diyen gazeteye; “Be geri zekâlı!.. İbrahim Kaypakkaya 24 yaşında öldü, eğer yaşasaydı, bugün 63 yaşında olurdu!.. Peki, bugün 63 yaşında olacak bir adamın annesi nasıl 70 yaşında olur?.. Ne yani, Şükran hanım, 7 yaşında iken mi doğurdu İbrahim’i?.. Siz, hiç mi hesap-kitap bilmezsiniz?.. Hiç mi toplama-çıkarma yapmadınız?” der ve böylece “gerzek”liklerini deşifre edersen, onlara asla yaranamaz, asla “yandaşlık”tan kurtulamazsın!..
“İNSAN” OL, YETER!
Sözün özü, Mehmet Ocaktan;
Senin de dediğin gibi, “yandaşlık”tan kurtulmanın tek yolu; “ideolojik akrabalarına” güvenerek, “kadınlara hakaret” etmeyi, onları “düz....”yi “ilerici sanatçılık” sanan Levent Kırca’ya sempati ile bakan... Suriye’yi “kan gölü”ne çevirip insanları katleden Esed’i kutsayan... 27 Mayıs Darbesi’ne “halk devrimi” diyen ama “Menderes’in idamı hak ettiğini” söyleyen “siyasetçi”leri ve “usta gazeteci”(!)leri örnek alırsan, “yandaşlık”tan kurtulursun!..
Ama, bu da yetmez!..
Nişantaşı’nda eline “kadeh” alıp içki içmezsen, kiliseye gidip “istavroz” çıkarmazsan, bir “metres” bulup “garsoniyer”e atmazsan, “Laiklik elden gidiyor, sivil dikta geliyor” diye bas bas bağırmazsan, seni yine aralarına almazlar, yine “yandaş” demeye devam ederler!..
Haa, bütün bunları yaparsan, belki “yandaşlık”tan çıkarsın ama, herhalde ortada “adamlık” namına, “insan onuru” namına bir şey de kalmaz!..
Onun için derim ki;
Bırak, “ilerici” demesinler, bırak “çağdaş” demesinler, “aydın” demesinler!..
“İnsan” desinler, “adam” desinler!..
O yeter!..
Çünkü onlar;
“Dindarın tırnağı olamaz!”
Bak, “asker” bile değişti ama “asker postalı yalayanlar” hâlâ değişmedi!..




Şirince de yalan, ODTÜ de yalan!
22 Aralık tarihli Hürriyet’te, Yılmaz Özdil, gazetelerin ve televizyonların “Şirince” hakkında yazıp/söylediklerini hatırlatıp, demişti ki;
“Rezervasyonlar doldu.”
“100 bin kişi bekleniyor.”
“Tom Cruise yer ayırttı.”
“İki gemi Amerikalı geliyor.”
“Pansiyonlarda oda kalmadı.”
“Çadırlar kuruluyor.”
“İğne atsanız yere düşmüyor.”
“Japon prensesi geliyor.”
“Yabancılar karavanlarla akın etti, tarlalara park ediyorlar.”
Netice?.. Kahvaltıya gelen üç beş kişi... Gerisi gazeteci...
Bu durum; Türk basınının yalan haberle nasıl kandırıldığının...
Ve, kendisinin inandığı yalana, milleti de inandırmak için nasıl yalan söylediğinin kanıtıdır.”
Yılmaz Özdil’in bu yazısını alın, medyadaki “ODTÜ güzelleme-leri”ne uyarlayın ve “gerçeği” anlayın...
Çünkü, “ODTÜ Şirinceleri” de yalan!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi