Necip Fazıl ve Nazım Hikmet
İttihad ve Terakki kalıntısı Ergenekoncuların âdetidir: Siyaseten yenildiklerinde, halktan intikam alma hevesine kapılırlar ve bu hevesle ya dine ya da tarihe saldırmaya başlarlar…
28 Şubat süreci boyunca dine, dini sembollere ve dindarlara nasıl vahşice saldırdıklarını hatırlayalım…
Buna rağmen siyaseten yenilgileri devam etti. Üstelik geçen zaman içinde “irtica” filan olmadığı, “Balyoz Darbesi”ni gerçekleştirmek için “irtica”yı gündemde tuttukları ayan-beyan ortaya çıktı…
Taktik değiştirip bu kez tarihi karalamaya başladılar. Bunun için de Osmanlı’nın en “muhteşem” dönemini seçtiler: Onu kirletebilirlerse, tarihte kirlenmemiş bir dönem kalmayacaktı.
Yapımcıların niyeti bu muydu bilmiyorum, ama böyle bir niyete hizmet ettiği aşikâr…
Ne var ki, bu kez de “namuslu tarihçiler” devreye girdi ve “Muhteşem Süleyman” dönemine ait belgesel kitaplar bir biri arkasından yayınlandı…
Giderek güçlenen Başbakan da sert çıkınca, hesap tutmadı: O güne kadar “dekolte”siyle meşhur Hürrem Sultan figürünü bile kapatıp namaz kıldırmak zorunda kaldılar…
“Yenilen pehlivan yenilmeye doy-maz”mış ya, bunlar da doymadı: Yine taktik değiştirdiler ve dindar kesimin medar-ı iftiharı isimlere sarktılar…
Bediüzzaman öncelikli hedefti: Ne var ki atılan tüm çamurlar, atanların suratına yapıştı. Çünkü Bediüzzaman, tüm dünyasını küçücük bir bohçaya sığdıracak kadar temiz bir hayat yaşamış, paraya-pula, şöhrete-şana dönüp bakmamıştı…
Bu yüzden iftira bile tutmuyor, anlatılanlar kimseye inandırıcı gelmiyordu.
Saldırılar fiyasko ile neticelenince, Fethullah Hocaefendi’yi hedefe koydular: “Montaj kaset” furyası başladı. İftiralar ekranlarda uçuştu. Aynı zamanda ağlayan “Fadime”ler, baston savuran “Aczimendi”ler ortaya çıktı…
Sınırsız medya gücüne rağmen, hedeflerine ulaşamadılar. Bu gürültü-patırtı eşliğinde bir yandan tatlı ihaleler ve krediler alıyor, bir yandan da bankaları hortumluyorlardı.
“Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” ya, burada da hesap döndü: Askerlerden sonra, hesap verme sırası sivil uzantılarına geldi. Millet, “Önce Dinç Bey mi, Aydın Bey mi, Ertuğrul Bey mi alınacak?..” diye beklerken, Necip Fazıl olayı patladı: Üstad, dönemin Başbakan’ı Adnan Menderes’ten para almıştı…
Hükümetten para alan şair “kötü” ise, Nazım Hikmet neden “iyi?” Üstelik kendi ülkesinin hükümetinden değil, Rus hükümetinden, hem de milyonlarca Kırım ve Kafkas Türk’ünün cellâdı olan Stalin’den para aldı. “Sipariş üzerine” Stalin’i ve komünizmi öven nice şiir yazdı. Hadi durmayın, madem “gazetecilik” yapıyorsunuz, Nazım’ın Stalin’e yazdığı methiyeleri ve bölgesel idarelere yazdığı mektupları da yayınlayın! Merak etmeyin: Sıkışmış bir şairin para talebini biz hoş görürüz.
Eminim ki, Necip Fazıl Demokrat Parti’nin iktidara gelişinde büyük pay sahibi olduğunu düşünmeseydi (bunu düşünmekte haklıydı, zira çok büyük bir mücadele vermişti), Adnan Menderes’ten tek kuruş talep etmezdi.
Nitekim 1945 yılında, “rejimin üçüncü adamı” Recep Peker (Başbakanlık ve CHP Genel Sekreterliği yaptı), üzerinde Merkez Bankası bandajı bulunan para demetlerini masaya koymuş, CHP’sine “biraz ölçülü muhalefet” etmesi karşılığında yüz bin lira teklif etmişti…
O günler Üstad’ın, “çocuklarının süt borcu olan altmış üç lirayı ödemekten aciz” olduğu günlerdi. Buna rağmen, anında reddetti…
CHP Umum Müfettişi, Maraş ve Kütahya milletvekili Alaattin Tiritoğlu da, CHP’sini eleştirmemesi şartıyla bir matbaa hediye etmeyi teklif etmiş, Üstad yine kabul etmemişti.
Hazır “gazete-gazeteci ve para” ilişkisi söz konusu edildi, söyleyin bakalım, dönemin ekonomiden sorumlu bakanı Güneş Taner’i hangi “gazeteci” arayıp patronunun şirketleri için külliyetli miktar “para” istemişti?..
Bundan sonraki yazım, Necip Fazıl’ın örtülü ödenekten para alması hususunda Yassıada hâkimlerine verdiği ifadeyi kendi kaleminden okuyalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.