Selika kayması
Yıllar önce ilk olarak ‘selika’ kelimesini veya kavramını Kadir Mısıroğlu’ndan duymuştum. Türkçe’nin bozulmasından şikâyet ederken çaresizlikle ellerini iki yana açarak ‘selika / dilin yaşayan örgüsü kalmadı’ demişti. Aslında, bundan dil örgüsünün muhafazasının gereğini kastediyordu. Dili doğru çerçeveli olarak kullanmak gerekiyor. Bununla birlikte, sözlüklere baktığımız zaman ‘selika’nın dili güzel kullanmak şeklinde tarif edildiğini göreceksiniz. Selika, halk içinde dilin omurgasının korunması şeklinde anlaşılmalıdır. Selikayı dil alanında kullanılabileceği gibi din alanında da kullanmak mümkündür. Mutasavver veya gerçek ‘esir maddesi’ gibi görünmez, ama kaynaştırıcı bir maddedir. Geleneğin bir başka ifadesidir. Dinî kuralların toplum tarafından korunması ve bihakkın riayet edilmesi olarak algılayabiliriz. Sahih dinî geleneğin bir biçimde nesilden nesle aktarılması ve muhafaza edilmesidir. İmam Malik bu anlamda Medine ehlinin amelini edile-i şer’iyye arasında saymıştır. Zira onun yaşadığı dönemde Medine, İslâm’ın yaşandığı bir nevi açık hava müzesi gibidir. Hazreti Peygamber’in (sav) geride bıraktığı İslâmî hayat ve doku burada kitle düzeyinde muhafaza edilmektedir. Hazreti Ömer (r.anh), sahabelerin Medine dışına çıkmalarına pek müsaade etmemiştir. Hazreti Osman ise, bu talimatı veya kuralı bozmuş ve zaten fütuhatlar ve bir de fitne döneminin başlamasıyla birlikte sahabelerden bir kısmı zoraki olarak Medine’den göç etmiştir. Lakin Medine’den çekilen gelenek ulema tarafından sürdürülmüş ve muhafaza edilmiştir. Lakin zamanla selika veya dinin omurgasını muhafaza eden ulema da bu görevini yapamaz hale gelmiştir. Selika ve orijinal yapıya yabancılaşmıştır. Ulemanın da bıraktığı bu boşluğu kısmen ve sınırlı bin biçimde mücedditler doldurmuştur.
¥
Sahabenin yaşadığı Kur’an ikliminde bu selika tabii bir biçimde vardır. Sadettin Osmani bunu anlatırken (Fi fıkhı’d din ve’s siyase, İntişar el Arabi, s: 62-63) bu selika içinde İslâmî ilimlerin tabii olarak var olduğuna dikkat çeker. Selika olarak vardır ve fıtri olarak vardır. Sözgelimi tasavvuf zühd ve tezkiye içinde mündemiçti. Fıkıh, hadis ve sahabelerin görüşleri arasında mündemiçtir, vesaire. Zamanla bu potansiyel açığa çıkmış, lakin açığa çıkarken dallanmış budaklanmış ve özünden bazı özellikleri yetirmiştir. Ya da her mesleğin veya ilmin içine kendinden olmayanı da girmiştir. Dolayısıyla halisiyetini (otantizmini) kaybetmiştir. Gazali bu eksen kaymasını ve mana buharlaşmasını fevkalade bir maharetle anlatır. Kavramların ve kelimelerin içlerinin boşaldığını veya anlam kaymalarına uğradığını söyler. Bugünkü ifademizle anlam kayması da eksen kaymasını beraberinde getirmiştir. Bu da İslâmî anlayışta kaymalara ve iltibaslara neden olmuştur. İnsanlar zamanla manaların hakikatinden uzaklaşmış ve zevahire kapılmış ve aldanmıştır. Kur’an ve hadislerin kelime ve sözleri anlamlarının dışında kullanılmaya başlanmıştır. Kelimeler asli ve kadim manaları üzerine kullanılmaz hale gelmiştir. Kelimeler yeni bir elbise giymiştir. Semantik alanda etimolojik değişimler ve kaymalar başgöstermiştir. Müslümanlar bunu va’d ilmi bahsinde incelemişlerdir.
¥
Anlam kaymasıyla birlikte eksen kaymıştır. Dolayısıyla sonraki asırda anlaşılan, birinci asırda anlaşılana ters bir şekilde gelişmiştir. Gazali, İhya’sında buna dair bir bahis açmış ve selefi-salihin muradı dışında kelime ve kavramlara farklı anlamlar yüklenerek tarihî süreçte sapmalar yaşandığına dikkat çekmiştir (Ali Muhammed Sallabi, El İmam el Gazali, Daru’l Marife, s: 72-73). Gazali söylediklerini somutlaştırır ve fıkıh, ilim, tevhit, tezkir ve hikmet kavramları üzerinde kaymalar yaşandığını örnekleriyle anlatır. İlim birinci asırda, yani Selef-i Salih asrında insanı ahirete yaklaştıracak ve nefsin afetlerinden koruyacak bilgi ve tedbirlere ad olarak verilmiştir. Daha sonraki asırlarda ise, furuaata dair detaylı bilgilere ve bu yönde söz israfatına denmiştir. İlmin merkezinde ve ekseninde bir kayma olmuştur. Zamanla mesafe açılmış ve günümüzde 180 derece bir farklılık oluşmuştur. Bundan dolayı kıyamet alâmetleri hadislerinde, ilmin dünyevî gayelerle okunacağı ifade edilmektedir. Yani bir kazanç ve iktisap kapısı ve vesilesi yapılacaktır. Bunun için bereketi kalmamış ve ulemaya saygı da azalmıştır. Günümüzde faydasız ilim tavan yapmıştır. İlim dünyasında spekülatif saha alabildiğince gelişmiştir. Birinci asırda tevhid insanın kendisini bütünüyle Allah’a vermesi ve adaması anlaşılırken sonraki asırlarda akim kelâmî tartışmalara denmiştir. Hikmet ise felsefeye indirgenmiş ve inhisar ettirilmiştir. Tezkir ve vaaz ise şatahatların ve fıkraların konusu olmuştur. Daha sonra mücedditlerin hayatları ve sözleri de aynı süreçten nasibini almıştır. Sözgelimi, 30 yıl önce Risale-i Nurlar bölücülüğe karşı bir panzehir olarak takdim edilirken 30 yıl sonra kimilerince bunun aracı kılınmak istenmiştir. Dolayısıyla, ‘ne idik ne olduk?’ meselesini yeniden gözden geçirmeliyiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.