“Türk”ün kafası karışık!
Değişim dönemleri, zihinlerde karışıklığa yol açar. Bugünlerde “Türk” kavramı etrafında yazılanlarda da ciddi bir zihin karışıklığı hatta bulanıklığı hissediliyor.
Türk aslında yoktu, Atatürk icad etti! Mevlâna kendini Türk olarak değil, Rum olarak tanımlardı! Ahiyan-ı Rum, Bacıyanı Rum, Gaziyan-ı Rum… İstanbul Türkler tarafından fethedilmedi. Fatih’in ordusundaki gayrimüslimlerin sayısı Bizans’ın ordusundan fazla idi…
Elbette, bu ve benzeri görüşler, kahvehane dedikodusu olarak bile ciddiyetten uzaktır! Çok çeşitli adlar altında da olsa, geniş coğrafyalara yayılmış bir Türk topluluğu, kavmi, milleti var. Bu icad gerektirmeyen bir şey. Osmanlı geçmişinde, altı çizilmeyen ve fakat arkaplanda varlığı hissedilen bir Türklük olmadığını söylemek mümkün değildir.
Kavimle dil ilişkisi birinci derecededir. Nitekim, Osmanlı ilk defa anayasa yaptığı zaman, yürürlükte olan bir gerçeği anayasa metninde ifade etti: “Devletin dili türkçedir!” Osmanlıyı düşünün, çok dinli, dilli, milletli, kavimli… bir devlet. Fakat, resmî dil olarak türkçeyi anayasasında vurguluyor.
1876 Anayasa’sında “türkçe” 3 maddede geçmektedir. 18. maddede, resmî dil olduğu belirtilmekte ve devlet hizmetinde bulunmak için türkçe bilmek mecburiyeti hükme bağlanmaktadır. 57. maddede meclislerde (Ayan, Mebusan) müzakerelerin dilinin türkçe olacağı, Nihayet 68. maddede türkçe bilmeyenin meb’us olamayacağı ve 4 sene sonra yapılacak seçimlerde milletvekili olmak için türkçe okur yazar olmak şartının aranacağı kaydedilmektedir.
Türkler müslüman olduktan sonra, kavmî kimliklerinin önüne, müslümanlığı geçirdiler. Âdeta müslümanla Türk eşitlendi. Muhammed Hamidullah, Hindistan’da müslüman olanlara “Türk oldu” denildiğini yazıyor. Avrupalıların da müslüman olanlar için aynı kalıbı kullandıkları bilinmez değildir.
Miladi 11. asırdan itibaren İslâm dünyası Türk hanedanlı devletlerin yönetiminde idi. Hindistan’dan başlıyarak, Mısır’a, Cezayir’e, Avrupa’nın ortalarına kadar. Bunların büyük çoğunluğu sünnî devletlerdi, şiiliğin temsilini de İran’da Türk hanedanları üstlendi (Safevî ve Kacarlar).
Bütün bunlar modern millet/ulus kavramı öncesinde idi. 19. Yüzyıldan itibaren modern anlamda, esas olarak soya dayanan “millet”, “ulus” anlayışı yaygınlaştı. Osmanlı bundan uzak durdu, ama teb’ası olan kavimlerin uzak durmasını engelleyemedi.
19. yüzyılın sonunda, bilhassa 2. Abdülhamid döneminde, Osmanlı kimliğinin Türk temeli belirginleşmeye başladı. Fakat bu hiçbir zaman ideolojik bir tutuma dönüştürülmedi. Birinci Dünya Harbi’nden sonra emperyalistler büyük paylaşımın çanlarını çalmaya başladığında, Osmanlı sınırlarını olduğu gibi korumak düşüncesi yanında, olmazsa Osmanlı’nın merkez topraklarını korumak fikri dolaşımda idi.
Sevr, Osmanlı’nın Anadolu dışındaki topraklarını Osmanlı’dan koparma fikrinin batıda ne kadar güçlü ve vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Damat Ferit, Sevr heyetinin karşısına Türkiye ile birlikte Osmanlı’nın Araplarla meskun bölgelerinin de muhafazası yönünde görüşlerle çıktı. Fakat, heyet onu ciddiye almadı. Karar verilmişti: Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler de koparılacaktı. Geriye Türk ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu, bugünkünden daha geniş olan “Misak-ı Millî” sınırları kalıyordu. Unutmayalım ki, Misak-ı Millî sınırları Halep’e ve Kerkük’e kadar uzanıyordu.
İngiliz ve Fransız işbirliği, sınırların daha kuzeye çekilmesine sebep oldu. İngilizler Musul-Kerkük bölgesindeki petrollerden ötürü bu bölgeyi kontrolden vazgeçmeyince, Fransızlara da Suriye’deki bölge bırakıldı.
Türkiye Devleti’nin milletlerarası kurucu belgesi Lozan Anlaşması’nda, “müslim” ve “gayrimüslim” kavramları esastır. Müslümanlar tek millet sayılmış, gayrimüslimlere de azınlık hakları tanınmıştır. Müslümanların kahir ekseriyeti Türk asıllı olduğu için, yeni devletin rengini Türklük tayin etmiştir.
Bu Türklük başlangıçta, Cumhuriyet’ten sonra takip edilen etnik Türklük değildir. Müslümanla Türk’ün iç içe olduğu bir aidiyettir. Bu yüzden, Türkiye’nin farklı soydan gelen müslümanlarının bu kimlikle problemi olmamıştır. Fakat Cumhuriyet’in laikçi etnik Türk siyaseti, Türk kavramını ırkla, soyla, kanla özdeş hâle getirince, Türk kimliği bundan zarar görmüştür. Yeni Türk etnik kimliği en fazla Türkleri rahatsız etmiştir. Onların dileri ve kültürleri sentetik bir dil ve kültürle değiştirilmeye çalışmış ve bu bütün diğer topluluklara da benimsetilmek istenmiştir.
Türkiye’nin resmî ideolojiden sıyrılması, gerçek Türk kimliğine dönüşün de yollarını açmaktadır. Gerçek Türk kimliği, bütün müslümanların ortaklaşa meydana getirdiği müşterek bir kimlik olarak zengin bir kültürel-medenî mirasa dayanmaktadır. Bu bugün Türkiye’de yaşayan hiçbir etnik topluluğun vazgeçemeyeceği, red edemiyeceği ortak bir mirastır.
Gelelim Mevlâna’nın kendini “Rum” olarak tanımlamasına! Mevlâna’nın kendini ne olarak tanımladığını bilmiyoruz! Fakat onun coğrafyaya göre, Roma devletinin bir parçası olan Anadolu’dan ötürü “Rumî” olarak adlandırıldığını, biliyoruz. Bacıyan-ı Rum vs. de geçen “Rum” da bir kavim ismi değil, yine yer belirten, Anadolu karşılığı kullanılan bir kelimedir. Avrupalılar, Anadolu’ya Malazgirt’ten sonra Türklerin çoğunluğu teşkil edecek şekilde yerleşmelerinden ötürü “Türkiye” derken, biz “Rum, İklim-i Rum” demeye devam ediyorduk.
İstanbul’un fethi de kim ne derse desin, Türklere müyesser olmuştur! Türkler tevazularından bunu ilân etmemişlerdir. Fatih’in ordusunda bulunan gayrimüslimler de, çok cüz’i sayıdadır. Bunların bir kısmı lağım işlerinde, bir kısmı da top, kule yapımı gibi teknik işlerde istihdam edilmiştir.
Velhasıl, etnikliği, ırkı öne çıkarmayalım; fakat Türk olmaktan da korkmayalım!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.