İlgiden kaçıp bilgiye sığınan adam: Bediüzzaman
Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca “ilgi”den kaçmış, “bilgi”ye sığınmıştır…
Bütün hayatı bunun ispatıyla doludur… Bir kere yasaklara ve yasaklamalara rağmen kendisini ısrarla ziyarete gelen kalabalıkları çoğu zaman kabul etmemiş, yaşlı ve hasta olduğunu söyleyerek mümkün olduğu kadar kendini yalnızlaştırmıştır.
Çünkü ilginin şahsına değil, “Kur’an hakikatleri”ne, yani Risale-i Nur Külliyatı’na yönelmesini istiyordu. “Beni görmek isteyen Risaleleri okusun” diyordu. Oysa insanımız “tarikat” geleneğinden geliyordu ve karşısında canlı-kanlı bir “şeyh” görmek istiyordu.
Bu yüzden ikamet ettiği her yere aşırı bir ilgi vardı ve bu ilgiden dolayı devrin yöneticileri hem ziyaretçileri sorguluyor, hem de Bediüzzaman’a sıkıntı veriyorlardı. Buna rağmen Türkiye’nin her yerinden ziyaretçileri eksik olmuyordu. Ama o görüşmek için sadece “hizmet”e katkı yapacaklarına inandıklarını seçiyordu. Belli ki amacı, kendini lanse etmek değil, “Kur’an ve iman hizmeti”ni kendi bölgesinde üstlenecek yeni insanlar kazanmaktı. Şöhretten, ilgiden o kadar uzaktı ki, sağlığında evinin, ölümünde mezarının “ziyaretgâh” olmasını istememişti. Vasiyeti de bu çerçevede oldu.
Yakın talebelerine şöyle dedi: “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Benim kabrimi gayet gizli bir yerde yapın. Bir iki talebemden başka kimse bilmesin. Bunu vasiyet ediyorum.” Hatta mezarının meçhul olması konusunda, şöyle bir şiir bile yazmıştı: “Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde, “Saîd’den yetmiş dokuz emvat (ölümler) baâsam (günahlar) alâma… “Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş, “Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma…
” Bütün işaretlere rağmen, 1960 yılında Urfa’da vefat ettiğinde, talebeleri bu vasiyeti dikkate almayı içlerine sindiremediler. Çok sevdikleri Üstadlarını daha önce Halilurrahman Dergâhı’nda başka birisi için hazırlanmış açık türbeye defnettiler. Ziyaretçi akını başladı. O kadar ki, 27 Mayıs darbecileri şiddetle rahatsız oldular. Atatürk ilke ve inkilâplarına karşı olduğunu düşündükleri Bediüzzaman’dan âdeta “intikam” almaya kalkıştılar ve kardeşi Abdülmecid Ünlukul’a cebren imzalattıkları “nakil talepnamesi”ne istinaden (akılları sıra bu talepname ile işi kitabına uydurmuşlardı, ama tarihin hükmünü unuttular) bir gece vakti mezarını açtılar, askeri uçakla önce Afyon’a, sonra arabayla İsparta’ya götürdüler.
Böylece, mezarının meçhul kalmasını vasiyet eden Bediüzzaman Hazretleri, yerine getirilmeyen vasiyetini bizzat kendisi yerine getirmiş ve mezarını kaybetmiş oluyordu… Darbeciler sadece bu amacın aracı olmuşlardı…
Mezarını kaybederek etkisini yok edeceklerini sanıyorlardı, ancak tabii ki öyle olmadı; insan fani, eser bakidir. Bu kez eserleri “hizmet”e devam etti. Milyonların imanı o eserler sayesinde kurtuldu. Türkiye, İslâm dünyasının içine sürüklendiği kargaşadan yine o eserler sayesinde masun kaldı.
Darbeciler ise kendi kinlerinde boğuldular. Zira tarihin onlar için verdiği hüküm ortada: Tarih onları sonsuza kadar nisyana (unutulmaya) mahküm etti. Bediüzzaman ise eski düşmanları tarafından bile hatırlanıp saygı görüyor. Vefatından 53 sene sonra bile gazetelere manşet oluyor. Tarih aslında hayra hizmet eden büyük bir haksızlığı böylece telâfi ediyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.