Muhsin Beğ’imizden Hüzün Var Bizde
(Siyasetin alpereni, recüliyet ve karakter sahibi merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefat yıldönümü sebebiyle, daha önce neşredilen bu yazıyı bir daha paylaşmak istedik)
Zaman, soğuk mart ayının sonlarıydı. Gökte hakikat-ı ecel dolaşıyordu. Ölüm gelip konmuş karlı dağların yamaçlarına, emr-i Hakkın bildiricisi olarak bekliyordu.
Şol karlı dağlarda Muhsin Beğ’imiz kaldı, Kırmızı Gül kaldı, yüreklerimiz kaldı. Karlı dağ başında ölüm gelmiş beğ’imize / El vurup yâramızı inciten dağlardan haber gelmez. Çıkalım dağlara dağlara oy!
Geceler gündüzlere, gündüzler gecelere hüzünle bağlandı. Karlı dağları hüzün kapladı. Alperenlerin feryadı göklere erişti. Gözü yaşlı düştüler dağlara. Karlar üstünde gözyaşları vardı. Yıkılası dağlar, verin beğ’imizi.
Bir sancı bir sancı alperenlerin yüreğinde. Bir sızı bir sızı alperenlerin dilinde. Yandılar kavruldular keskin dağların soğuğunda. Ateşe kesildiler, ateşlerinden karlı dağlar korktu. Bütün acılarını yaydılar. Acılarından karlı dağlar ürktü. Dillerinde dualar, dillerinde feryatlar. Karlı dağlara dil döktüler. Verin beğ’imizi amansız dağlar diye inlediler.
Dağlar ses vermeyince yüreklerinde figan koptu: Muhsin Beğ’imizi bulmadınız mı, dağlar taşlar aramadınız mı askerler? Onu kardaş bilmediniz mi? Vicdanınız sızlamadı mı? Bu nasıl töredir böyle oy!
Alperenlerin şairi Yemen Türküsünce bir ağıt söyledi: O bizim beğ’imizdi / Alperenlerin direği idi / Dervişti dâva adamıydı / Milletimizin âvazıydı / Efendiydi yiğitti / Mürşid-i kâmillerin duasını almıştı / Dağlar bizim neyimize / Ateş düştü ocağımıza / Bak alperenler yetim kaldı / Selâm söyleyin Muhsin Beğ’imize.
Sonra şöyle dedi şair: Karlı dağlar bizden ne istersin / Aç koynunu, Muhsin Beğ’imizi göster bize / Aman karlı dağlar aman / Dağlarda yiteni vermez misin sen? / Muhsin Beğ’imizin öldüğünü söylemez misin sen? / Bu dert bizi neyledi? / Yandı yüreğimiz, kavruldu yüreğimiz.
Alperenler karlara döküldüler. Etten kemikten söküldüler. Yürekleri ateş topağına döndü. Dokunma karlı dağlar bize dediler. Karlar düştükçe sızılıyor yaralarımız dediler. Ne yamandır şu karlı dağlar, hiç aman vermiyor dediler. Oy alperenler oy oy!
Dağlarda her yer hüzün, her yer Muhsin’di. Bir türkü tutturdu dostları. Semâdan yağan gözyaşı bulutuydu dillerinden dökülen: Yolumuz dağlara düştü / Hazin hazin ağlar gönüldaşlar / Ecel karları dane dane / Yağdı Kırmızı Gül üstüne / Dostları, Muhsin Beğ’i buldular / Dağlarda döne döne…
Dağlar kar imiş. Muhsin Beğ’imiz üşümüş. Kar üstünde yatmış uyumuş. Kırmızı Gül beyazlara bürünmüş. Ecelin örtüsü olmuş kar. Karlar yağmış kaşlarının üstüne. Göz ucuna karlar toplanmış. Kar üstüne kan damlamış güzel başından. Alperenler ağlasın oy oy!
Bunun üstüne şairin ciğerinden bir sayha koptu. Civardaki kuşlar, ağaçlar hep birden inledi: Uyan Kırmızı Gül uyan / Gayet zor geldi ölümün bize / Varıp karlı dağlara ecelle mi buluştun? / Dostlarına haber vermeden ölüm şerbetini mi içtin / Sensiz alperenler neylesin beğ’im / Dağlara gam düştü, yüreğimize ateş düştü / Vay dünya, yalansın dünya!
Muhsin Beğ’imiz bu dünyadan gider oldu. İmtihanını verdi, ahirete hazırlanır oldu. Hakk’ın Kapısına uçmağa niyetlenir oldu. Beğ’imiz dirilmez, uçtu canı geri gelmez. Beğ’siz kaldı dâvamız. Oy alperenler oy oy!
Ecel meleğine, var git ölüm sonra gel, demedi. Ölüm gitmez zoruma, alperenlerle helâlleşip geleyim dedi. Ecel meleği, Hakk’ın buyruğunun vaktidir dedi.
Bu tebliğin üstüne derûnuna ölümün güzelliği doğdu. Alperenlere “Ruh bir saniyeliktir. İki saniye sonrasında ne olacağımızı bilemediğimiz üç günlük dünyada hepinizi Allah’a emanet ediyorum” dediğini hatırladı. Sonra ecele selâm durdu, Kelime-i Şahadet getirdi, beyaz kefeni giyindi, Hüma Kuşu gibi yükseklerden uçtu gitti asıl vatanına “Saf çocuğu masum Anadolu’nun.”
Emr-i Hak üzere ecel sûru öttü. Ölüm yükünü tuttu, Kırmızı Gül’ü aldı. Gitti gelmez Beğ’imiz. Oy alperenler, oy oy!
Alperenlerin çerağı söndü. Çok ağladılar, çok dua ettiler. Allah verdi, Allah aldı dediler. Uluların cennetine konuk oldu dediler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn… İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn… Hüzün ve tekbir bir aradaydı tabutunun üstünde. Oy alperenler, oy oy!
Karlı dağların başında bu güzel insan, güzel ata binip gitti. Muhsin Beğ’imiz artık ahiretin oğlu oldu.
------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Ey azizan! Bir ehl-i gönül, fakîre mektup yazmış ki, gönlümü hoş etti, diline meftûn oldum. Adını yaz dedim, bir ad koyup bir daha yazmış amma inandırıcı gelmedi. Dil Kapısı’nda sülûk etmiş gibi vecde geldiğini yazan bu dildaş, bu hemzeban kimse çıksın ortaya. Ona üç tuğ vereyim, istemezse Dil Kapısı’nda, yani Mekteb-i İrfan’da, nâm-ı diğer Fikir Dükkânı’nda kazandığım kelimeleri vereyim. Dilâsâ mektubunda diyor ki:
“Yazıcı Büyüğüme; Gönlümüzü ateşe verip seyrettiniz büyüyen yangınımızı. Gönül sözle kırılır bir şeydir bilirdim de sözle yakıldığını, kavrulduğunu sizden öğrendim. Ham gönüllerimizi türkülerin muhrik nağmeleriyle tutuşturup mavera ateşiyle kavurdunuz. Yanık gönüller miydi makbul olan? Yanık gönüllere mi uğramazdı denî olan? Ya gönlümüzdeki masiva yakacaktı bizi ya da biz yakıp masivayı savuracaktık küllerini İbrahimvârî. Üzerinde Müslüman ve münevver sıfatlarını taşıyanların özellikle son yüzyılda İslam’a yapılan ihanetler hakkında ağızlarını açıp da tek kelime etmemelerine üzülüyorum. İslam münevveri dediğin kalben buğzetmekle iktifa etmez. İslam münevveri haykırır içindeki iman celadetiyle zulme karşı vakarla dimdik durur. İslam münevveri dediğin içinde evlatları cayır cayır yakılan ateşe bakıp susmaz, müslümanın derdini en evvel kendi derdi bilir, karınca kadar olur da safını belli eder gözyaşlarıyla o yangını söndürmeye gayret eder. İslam münevverinin, ne şiş yansın ne kebap kabilinden mürailiklere tevessül ettiği görülmez. İslam münevveri başına türlü belaların gelmesine aldırış etmez hak ve hakikati söylemekten geri durmaz. Nasıl ki şair şiir okuyunca okuyucunun gönlü bir ateşgâh olur figânı sarar her yanı. İşte böyle, yazıcının da kalemi daha kalemdânına girmeden sirayet etmeli okuyucuya. Ulvî yanışlara gark edip kanatlarını tutuşturacak bir mum aratmalı. Ellerinizden öper selamlar ederim…”
BU DİLDÂR MEKTUP ÜSTÜNE YAZDIĞIM:
Ey, aziz dost! Önce selâm ederim. Yazdıklarınla fakîri pek duygulandırdın. Gönlüm ihya oldu. Muhakkak ki bezm-i elestte akrabayız sizinle. Aynı dil dergâhında tâlim yapıp dünyanın üstüne yürüdüğümüz belli. Kimlik önemli değil, Ümmet-i Muhammed'den bir dildaştır dedim. Amma ki, içime hâl dilinden bir sızı düştü. Anadolu erenlerinde âdettir; kimsin, ne iş işlersin? Kime bağlısın, hangi kapıdan gelir nereye gidersin? Sana kim derler derviş dilli dost? Fakîri kınama, adın sanın nedir? Dünyalık olarak nereden tanış olur, bilişiriz? Hangi memlekettensin? Gönlümden kopan bu dostâne suallerime acele cevap beklerim. Kaygıya koyma zayıflamış kalbimi. Muhabbetlerimle.
EHL-İ GÖNÜLÜN, SUALİMİN ÜSTÜNE İKİNCİ KEZ YAZDIĞI:
“Yahya Kemal yazmış, Sami Özer Söylüyor: “Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler / Son meclis-i câm üstüne câm olsun erenler.” Ey şu fakir u nadana “dost” diye hitap edip azürde-dilimi neşveye, sürura gark eden Yazıcı ağabeyim. Öğrendim ki dil kapısının sermüdavimleri ve hüzünlü türküdârları size “ağabey” diyerek seslenirlermiş. Ey Ahmet ağabeyim bir “hikâye” okudum ki bilsen nasıl dokundu yüreğime. Hikâye “Kalem ve Yazıcının Dostluğunu” anlatıyordu. Yazıcı “yazmayı terk edeceğim, sende yazmayı bırak ey kalemim” diyordu. Gözyaşlarımı tutamadım, ağladım. Ah, Ahmet ağabeyim hikâyeci bilmiyor, bilse gönlümüzü harabezâra çeviren bu cümleleri kuramazdı. Onun kalemi öyle şeyler yazıyor ki gönül telimizi en acı nağmelerle titretip marallar oymağında bir çobanla ağlaşmışçasına hüzünlere boğuyor. Mülevves gönüllerimizi tenvir edip sızlatıyor. Bizleri beşer iken adam ediyor. Yahya Kemal yazmaya, Sami Özer Söylemeye devam ediyor: “Şükranla vedâ ettiğimiz câm-i fenâya / Son pendimiz ahlâfa devâm olsun erenler.” “Ahmet ağabey benden sual etmişsin. Ne desem ne anlatsam bilemedim. Aslen Kastamonulu, doğma büyüme Ankaralıyım. Gönlüyle yaşayanlar zümresindenim. Çünkü öğrendim ki gönül mahal-i iman imiş. Öğrendim ki iman kalp ile tasdik dil ile ikrar imiş. Öğrendim ki gönül nazargâh-ı ilahî imiş. Bu sebepten Allah’ın verdiği nefesleri gönül ile yaşamaya gayretim var. Edebiyat Muallimiyim atama bekliyorum. Hayalim mekteplerimizde ecdadımızın sesini yükseltmek “uyuyan destanımızı uyandırmak” âl-i Osman milletine benzeyen nesiller yetiştirmektir. Amacım İslam’ın galebesi için birkaç düzgün cümle kurabilmek, üst üste iki taş koyabilmektir. Yahya Kemal yazmayı, Sami Özer Söylemeyi bitiriyor: “Câiz ise harâbât-ı ilâhîde de her şeb / Yârân yine rindân-ı kirâm olsun erenler / Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde / Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.” “Ahmet ağabey ne güzel yazıyorsunuz, ne güzel söylüyorsunuz… Yazılarınız bana yârân oldu. Hepsini aldım sakladım. Defalarca gönlüme bastım ferahladım. Sanki şehr-i Maraş’ın havasını teneffüs etmiş gibi oldum. Sanki Hasan Ejderha’dan hikâyeler dinlemiş, Mehmet Narlı ile dil kapısında sülûk etmiş gibi vecde geldim. Dostlarınız bana da dost oldular sanki. Yazmayı unutuyordum, bir de sarı kehribar tesbih aldım, çekmek için ve düşmana karşı dik durabilmek için… Hacı Bayram-ı Veli’nin şehrinden selâm eder ellerinizden öperim… Selçuk
ALACA” ------------------------------
BEYÂNIMDIR: Memur-Sen’in başörtüsü mücadelesini destekliyor, düzene rağmen bu şanlı direnişlerini kutluyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.