“Millet”in Hüviyeti ve Târifi
“Millet” üstüne âlimlerin kitaplarından okuyup öğrendiklerimin hülâsası şöyledir:
"Millet" kelimesinden murad, dindir. Millet din ve şeriat mânasında tutulan ve gidilen yol demektir. "Bir sözü yazdırmak" mânasına gelen "imlâl" mastarından türetilmiş. Peygamberlerin getirdikleri ilâhî yasalar çoğunlukla yazıya geçirildiği, yani imlâ edildiği için şeriata ve dine millet denilmiştir. Dolayısıyla “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de İslâm’ın ve şeriatın yolunu tutan topluluğun meclisi ve vekilleri mânasına gelir.
Kur’ân’da millet, din anlamında kullanılmıştır. Din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, her biri başka yönlerden yaklaşık aynı mânayı ifade eder. “Millet, tıpkı din gibidir ki, Allah’ın kullarına peygamber diliyle gönderdiği şeriatın adı olmuştur. İnsanlar o şeriata uyarlar ve Allah’a yakınlık kazanmaya çalışırlar.”
“Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer. (Bakara, 120, 130, 135 /Âl-i İmrân, 95 / Nisâ, 125 / En’âm, 161 /A’râf, 88, 89 12 / Yûsuf, 37, 38 / İbrâhim, 13 / Nahl, 123 / Kehf, 20 / Hacc, 78 /Sâd, 7). Bu âyetlerde “millet” kelimesi “din” mânasında kullanılır. Hadislerde de "millet" kelimesi din mânasındadır: "Kim ki İslâm'dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur.”
Millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Musa milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir ama, “Allah’ın milleti” denilmez. Osmanlı’da “örfen millet sözünden Allah Teâlâ'nın, Peygamberleri vasıtasıyla kullarına meşrû kıldığı ahlâk ve nizamı” kastedilir. Bundandır ki bâzı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: ‘millîler şöyle demiştir’ ifadesini kullanırlar.”
Din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan millet kavramları kullanılır. İtikat ve amel edilen, yani uygulanan ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre millet, bir toplumun etrafında toplandığı, uyduğu ve üzerinde yürüdüğü, bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Millet, kabile veya kavim demek değildir. Millet, toplumun adı olmaktan çok, toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiç bir zaman ulus, kavim, ırk, kabile mânasına gelmez. Millet deyince, İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Kamus-ı Türki'de, İslâm ümmetlerinden bahsedilebileceği, fakat yalnızca bir İslâm milleti olduğu, bunun çoğul olarak kullanılamayacağı belirtilir.
MİLLET DEMEDEN SÖZE BAŞLAMAYIN
Ah, millet! Ne güzel, ne mübarek bir kelime. Millet demeden söze başlamayın. Her sohbetinizde, tebliğinizde, yazınızda, şiirinizde mutlaka milleti zikredin. Câmide, bayramlaşmalarda, çarşıda ve cemiyet içinde muhakkak ki birkaç kez “biz bir milletiz” deyin, birbirinize millet olduğunuzu hatırlatın. Kavga edeni, küskünleri, gruptan ve cemaatten ayrılanları “biz bir milletiz” diyerek gönlünü yapın. Çünkü millet din demektir, şeriat demektir. Dolayısıyla en güçlü birleştiricidir.
Ah, millet! Seni çok özledik. Ne güzel olurdu şimdi bir daha millet olsak, millet kelimesinin derûnuna insek. Mehmet Âkif’in dediği gibi “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz / Gelmişiz dünyaya millet, milliyet nedir öğretmişiz.” Millet hüviyetimizi zorba devlet, dilimizden, mekteplerimizden, siyasetimizden, kamudan çekip yasakladı. Fakat yüreğimize kazıdığımız millet güçlü kılıyor bizi. Düşmana karşı, tefrikaya karşı durmanın tek yolu millet hüviyetini kuşanmaktır.
“MİLLET” KAVRAMI TAHRİF EDİLMİŞTİR
Türkiye’de, bir asırdır İslâmî kavramlar tahrif edilerek, Batılı seküler mânâ yüklenmiş ve milletle İslâm arasındaki köprüler yıkılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet’le başlayan tahrifler ve yanlış târifler üç kuşağın idrakini kirlemiştir. Kemalist ve Türkçü hareketlere göre millet “dil, tarih, ülkü birliği, örf-adet, vatan ve din gibi unsurlardan” meydana gelmektedir. Din, milleti meydana getiren unsurlardan herhangi biridir ve asıl zemin değildir. Öyle ki tarih, ülkü birliği vatan gibi kavramlar dinden ayrı bir kavram durumundadır. Erbabı bilir ki bu târif, Batılı zihniyet şablonuna uygun bir târiftir ve dinin fonksiyonu sadece kültürel ve sekülerdir. Ali Yurtgezen, millet kimliği üzerinde düşünmemiz için “Millet’i Nasıl Bilirsiniz?” sualini sorarak başlıyor. Tesbitlerinden hülâsa ettiğimiz satırlarıyla kanayan millet yaramıza neşter vuruyor:
“Millet, Kur’an-ı Kerim’de “din” ve “şeriat”la eş anlamlı bir kavram olarak geçer. Kök anlamından hareketle yapılan, ‘Tutulup gidilen yol’ veya ‘Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla yazdırılıp dikte ettirilen esaslar’ şeklindeki tarifler, din ve şeriat kavramları için de geçerlidir. Millet, din veya şeriat demektir kısaca. Elmalılı Hamdi, din, millet ve şeriatın aynı şeyler olmakla beraber, karşıladıkları inanç sisteminin farklı bir boyutunu öne çıkardığını söyler. Ona göre, ‘din’ itikadî prensipleri ve inanmayı; ‘şeriat’, inanılan esasların yaşanmasını ifade eder. ‘Millet’ ise bu inanış ve yaşayışın insanları toplayıp birbirine benzettiği ortak zemindir. Başka bir deyişle, insanları bir araya getirip onları inanç, duygu, düşünce, davranış bakımından birbirine benzeten ‘yol’un, üzerinde ittifak edilen iman ve amel ‘esaslar’ının adıdır millet. Demek ki ‘millet’ aslında bir topluluğu veya kavmi değil, o topluluğu bir araya getiren, birbirine benzeten yolu ve yürüyüş tarzını anlatıyor. Eskiler bir dini değil ama o dinin mensubu insanları kastetmek için ‘ehl-i millet’ veya ‘sahib-i millet’ tabirlerini kullanırlardı. Zamanla bu tabirlerdeki “ehil” ve “sahip” kelimeleri düşmüş, millet kelimesi mecazen “ehl-i millet” yerine, yani “bir dinin birbirine benzettiği insan topluluğu” anlamına kullanılır olmuştur.”
“Bugün Kur’an’a sımsıkı sarılmakla mükellef müminler olarak ‘millet’ dediğimizde ‘ehl-i millet’i, aralarında din birliği olan bir topluluğu kastediyorsak mesele yok. Din dışındaki başka faktörlerin birbirine benzettiği insan topluluklarına İslâm’da ‘millet’ denmediğini; bunların belki aşiret, kabile, kavim diye adlandırılabileceğini bilelim. Osmanlı’daki “millet sistemi’nin aynı sebeple din esaslı bir belirlemeye dayandığını hatırlayalım. Kur’anî anlamda ‘millet’i topluluk ismi olarak kullandığımızda ‘ümmet’le örtüştüğünü görürüz. Şu farkla ki ümmet doğrudan doğruya bir topluluk ismi iken, millet, o topluluğu meydana getiren yol ve yürüyüşün ismidir. Ümmetler tek tek peygamberlere nispet edilirken, milletin Hz. İbrahim a.s.’ın şahsında bütün peygamberlere, bütün ilahî dinlerin müşterek esaslarına nispet edilmesi iki kavram arasındaki başka bir farklılıktır. Fakat hem İslâmiyet öncesindeki dinlerin tahrife uğraması, hem bu dinlerin aslına uyan bağlılarının kalmaması, hem de İslâm’ın aynı esasları yeniden vaz etmesi sebebiyle bugünün pratiğinde artık Millet-i İbrahim, Ümmet-i Muhammed’den ibarettir. Müslüman, Hz. Muhammed s.a.v.’in ümmetinden, Hz. İbrahim a.s.’ın milletindendir. Bunu söylerken aynı aidiyeti ifade etmiş olur. Dolayısıyla müslüman için ümmet ve millet, birinin varlığı diğerini kabul etmeyen iki karşıt seçenek değildir.”
“Millet olmadan ümmet olmaz. İthal kavramlarla düşününce, bu tür anlam kaymaları küfre davetiye çıkaran bir zihniyet kaymasının ifadesi olduğu için masum değil. Millet tasavvurumuzu vahiy yerine Batı sosyolojisinin beşerî ölçülerine, modern cahiliyyenin zanlarına göre inşa etmekle, Âl-i İmran suresinin 100. ayetinde işaret buyurulan tehlikenin tam da kucağına düşüyoruz. Yani “kendilerine kitap verilen (Yahudi veya Hristiyanlardan) bir gruba uymuş” oluyoruz ki akibeti ‘imandan sonra dönüp küfre saplanmak’tır. Öte yandan millet tasavvurumuzu böylece tahrif veya imha etmekle ‘kavmimizi sevmenin ölçüsü’nü de kaybediyoruz. Elbette insan ailesini, aşiretini, cemaatini, kavmini sever. Sevmelidir de... Fakat bu sevgi Kur’anî anlamda millet tasavvurundan yoksunsa eğer, başkalarının aidiyetlerine saygı göstermeyecek, kendi mensubiyetinin itibar ve çıkarı adına diğerlerine zulmetmekten çekinmeyecektir. Rasul-i Ekrem s.a.v.’in meşru gördüğü kavim sevgisi, meşruiyetini millet şuurundan alır. Önce ehl-i millet olunur, sonra bu çerçeve içinde kavim de sevilir, kabile de... Belirleyici ölçü kavim mensubiyeti değil, millet mensubiyetidir. Millet şuuru yoksa kavim sevgisi kolayca cahiliyye asabiyesine dönüşür. Millet, milliyetçilik konusunda kafa yoranlar, şuraya kadar söylediklerimizi, modern sosyolojinin yahut toplumbilimin aşina olunan teorileriyle bağdaşmadığını görüp tuhaf karşılayabilir.”
“Böyle bir durumda kendimize şunları sormamız lâzım: İthal kavramlarla düşünmek zorunda mıyız? Batı toplumlarının kendilerine özgü şartlarından devşirilen sosyolojik tespitler neden bizim milletimizi de bağlasın? Toplumbilimin toplumundan bize ne? Bu duyarlılıklar millet veya ümmet olabilmek için tek devlet çatısı altında, aynı siyasi sınırlar içinde yaşamak gerekmediğini de gösteriyor; millet tasavvurumuzu vahyin belirlediği ölçülerde düzeltirsek, eskiden olduğu gibi yine toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlayabileceğimizi de... Modern cahiliyyenin kavramlarına saplanıp, dinle imanla hiçbir ilgisi olmayan üç beş fasığın peşinde veya karşısında neden ilkel bir asabiyenin davasını güdüyoruz? İslâmiyet gibi en kuşatıcı kimliği kuşandıktan, kardeş olduktan, yakın bir zamanda omuz omuza verip ezanların susmaması için küffarla çarpıştıktan sonra şimdi neden birbirimize tahammül edemiyoruz? Biz alemlerin efendisi, iki cihan serveri Peygamberimiz s.a.v.’in aramızda olduğuna, katıldığımız kervanın başında yürüdüğüne inanıyoruz. Teklifimiz, O’na tabi olup Medine’ye dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, cahiliyye ilkelliğinden medeniyete, kabileden millete dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, nefsimize ne kadar ağır gelirse gelsin cahiliyye davasından sulh ve selamete dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, beşerî vasıfları bize benzemeyen müslüman kardeşlerimizle kucaklaşıp millet olmaktır.”
ULUS, MİLLET DEĞİLDİR
“Ağyarını mâni efradın cami” şekilde olan bu tesbitleri okuduktan sonra millet kelimesini kavim, ulus karşılığında kullanmak mümkün müdür? Millet, 19. yüzyıla kadar bu Osmanlı’da sosyal düzenine yön veren hukuk ve ahlâk anlayışının genel ifadesi olan din ve şeriat mânasında kullanılmış, Tanzimat’la birlikte değişik mânalar da anlaşılmaya başlanmış, ancak Meşrutiyet’e kadar asıl mânasını korumuştur. Fransız Devriminin tesiriyle ulusçu düşüncelerin Osmanlı devletinde azınlıklarda dine dayalı millet sisteminden etnik kökene dayalı sisteme geçiş hız kazanır. Birinci Dünya Savaş’ından sonra Türkiye’de de etnik köken ve ulus mânasına geçiş fikirleri yüksek sesle dillendirilir ve milletin târifinden din ve şeriat mânası kalkar. Cumhuriyet Batılılaşmasında seküler-ulus bir muhteva yüklenir.
Ulus, millet demek değildir. Kelimenin asılı uluş’tur. Uluş, Moğolca'da ‘ulus’ olmuş ve bu şekliyle Tek Parti Cumhuriyetiyle Türkçe'ye girmiştir. Orhun Kitabeleri'nde şehir,il, ülke, Divanü Lûgati't Türk'te ve Kutadgu Bilig'te köy, şehir, aşiret, kabile, boy, cemaat, ahali, güruh olarak olarak mânâsında kullanılmış. Ahali, halk, cemaat, boy başka, millet başkadır.
“KİMİN MİLLETİNDENSİN?”
Çocukken ilk Kur’ân okumalarında “Müslümanlık Günü” olurdu. “Kimin milletindensin?” diye sorardı kalfa. “İbrahim milletindenim.” Ardından, “Kimin ümmetindensin?” derdi ve “Muhammed ümmetindenim” denirdi. Cumhuriyet rejimi millet kimliğini tahrif edene kadar bir problem yoktu. Mesele, bu iki sual, iki cevapla halloluyordu. Türkiye’de 1923’e kadar millet kavramı, Türkleri, Kürtleri ve bütün Müslüman etnik grupları ihata ediyor ve ırkçı bir düşünce oluşmuyordu. İslâmlar kardeşti ve bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan, asla kavim adı olarak değil, siyasî ve medenî bakımdan Türkler riyasetindeki devlette bir aradaydılar. Kardeşlerin eşit şartları bu mânada yürüyüp geliyordu.
Millet, Millî Mücadele’nin verdiği dayanışma şuuruyla bir mutabakat, bir millet anayasası olan İstiklâl Marşı’nda bu mânada kullanılmıştır. Tek Parti Cumhuriyet rejimiyle dinî milliyetçiliğin yerine, etnik milliyetçilik, millet yerine de ulus kavramı yerleştirildi. Millî Mücadele ifadesi, İslâm üzere aynı inanç etrafında olan milletin hak ve hukukunu müdafaa etmek ve sevmek olarak kullanılıyordu. Millî Mücadele’den sonra 1923 Cumhuriyet’i “anasır-ı islâmiye” ve millet kavramını reddederek, mezarlardan kafatası toplatıp ölçmeye başlar. Millet kimliğini önce “etnik toz”, sonra Avrupa menşeli ulus hâline getirir. “Devletin milleti” zorla inşa edilmeye çalışılır. İkinci Meclis’ten itibaren “millet”i yerine “ulus” kavramını geçirmeye, Türklüğü de etnik bir isme dönüştürüp ideolojik bir devlet üslubuna dönüştürmeye başlayınca birliğin temelleri sarsılır.
Türkiye’de “millet” hüviyeti var mı? Mânasına uygun şekilde kamu hayatına taşınabiliyor mu? Bu suallerin cevabını İstiklâl Marşı’ndaki “millet”de aramak gerek, yani “Hakk’a tapan millette.” Hakk’a tapan millet, millet-i İslâmiye’dir. 20. asrın parçalanmış şartlarında millet-i İslâmiye’nin temsil biçimi, bin yıldır kurucu olarak devlet isminin sahipliğini yapan Türklerin, kavmiyeti ve ideolojik milliyetçiliği öne çıkarmadan siyasî riyasetinde hâkim kılmak mânasına da geliyordu. Bugün, millet-i İslâmiye mânasının Türklerin devlet iradesine eksiksiz yüklenmesi şart.
Tarihteki gibi, Türkler “din ü devlet” mânasını yeniden kuşanmalı, din ve şeriat mânasına gelen millet yapısına uygun olarak devleti dönüştürmeli ve böylece isim sahipliğine diğer Müslüman unsurların itirazı kalmamalı. Hâsılı, Cumhuriyet devletinin “ulus”u olmaktan kurtulup yeniden “millet” olmak gerek.
--------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
İsmail Göktürk’ün talebe-i güzideleri bir zaman şöyle sual etmişlerdi. “Siz, İsmail hocamız askere gidince ‘çay bulamayasın, askeriye nizamı altında itiraz etme (itiraz tamamen fikrîdir) imkânın olmaya, akşamdan yatırıla, şafak vakti uyandırılıp nöbet ve içtimaya çıkasın, yani ki perişan olasın bir müddet’ diye mektup yazıp beddua etmişsiniz…”
Efendim, fakir, İsmail’in askeriye vazifesinde bir miktar perişan olup, ezilmesini tavsiye etmiştir. Bin miligramlık fikrî itirazları askeriyede de yapar da acep başına iş mi alır diye kaygı ettiğimdendi. Beddua işi tamamen bir iftiradır. Şüphesiz bâzı şeyler söyledim. Bedduaya yakın gibi anlaşılabilecek gönülden gelen sözler yazdım.
Allah var, kendisi de gayet rakik ve hasretâne cevaplar yazdı mektubunda: Pir Sultan Abdal’ın türküsüyle başlamıştı sitemine: “Şu ellerin taşı hiç bana değmez / İlle dostun gülü yâreler beni. (…) Beni bütün dükkânlardan, içerilerden sürgün ettin. Törelere mi karşı geldim, ticaretimde hile mi gördün? Bana hiçbir mahkemenin ilâmı tebliğ edilmedi. Gıyabımda kesinleşmiş bu hükümler neden? ‘Sebep ey’… abi. (…) Beni artık terhis et… Dersimi aldım tamam. Yusuf’a çayımı söyle. Tâ Yemen’den geliyor misafirim’ de.”
Şimdilik bu kadar azizan.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.