Türkiye’deki Milliyetçi Hareketler Laik Karakterlidir
Milliyetçi düşüncenin Meşrûtiyet ve Cumhuriyetle sürüp gelen yapısı “millet” kavramının asıl mânasıyla mutabık olmadığı için problemli çizgisi hâlâ devam etmektedir. Dolayısıyla “Ben milliyetçiyim” diyenlerin bir kısmı iyi niyetli olsa da bu çizgi üzerinde gidildiği müddetçe Türkiye’yi “millet” etrafında yekpâre olarak toparlayıp hâdimül bir Türk devletinin iktidarına erecekleri mümkün görünmüyor.
“Ben milliyetçiyim, ulusalcı değilim” diyenlerin, ulusalcıların düşüncelerini savunduğunu görmek şaşırtıcı gelmemeli. Bundandır ki Türkiye’deki milliyetçi hareketler, İslâmî mânâya gelen “millet” i temsil edecek kabiliyetten mahrumdurlar.
Günümüzdeki milliyetçi hareketler, modern milliyet fikrine bağlı olarak ortaya çıkan ulus devletin bir ideolojisidir. Bu ideolojinin dayandığı zihniyet, Batılı laik bir zemindir. Millet târifleri ve anlayışları İslâmî değil, seküler ve eklektiktir. Bu tür milliyetçiliği, Babanzâde Ahmet Naim, Mehmet Âkif, Sait Halim Paşa gibi İslâmcılar karşı çıkarak, “Müslümanlara zarar veren bir Avrupa hastalığı (Frenk illeti) olarak görürler. Türkçüleri “halis Türkçü” ve “İslamcı Türkçü” olmak üzere ele alarak, “ilk grubu yoldan çıkmış” görürken, ikincileri “hâlâ öğüt almaya müsait ve dolayısıyla ikna edilmesi gereken” bir hareket olarak görürler.
LAİK MİLLİYETÇİLİK BATI “FORMASYONU” TAŞIR
Laik karakterli milliyetçiliğin bir başka adı olan Türkçülük, İslâm’ın bütünüyle esas alınmadan ulus tarzı bir devlet-millet inşa etmek fikrini taşır. Batılı Türkologların çalışmalarının da tesiriyle Batı medeniyetini de Türkiye’ye taşıyacak Batılı şablonlara uygun milliyetçi bir akımdır. "Bilimsel ve bedii Türkçülük” Batı tesiriyle doğmasına karşılık, siyasî Türkçülük Rusya'da yaşayan Türk kökenli aydınların laik karakterli milliyetçi düşüncelerinden mülhemdir.
Türkçü hareketin önderlerinin çoğu Batı “formasyonundan” geçtiği, Batılı Türkologlardan tesir aldıkları mâlûm. Yusuf Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset”inde laik zeminli Türk milliyetçiliğini öne sürmüş, İsmail Gaspıralı ise ceditçilikle (Batılılaşma mânasında yenilik) Türkçülüğün müesseseleşmesine çalışmış biridir. Yusuf Akçura, “ırka dayalı bir siyasî Türk milleti” teşkil etmek fikrine dayanır. Ziya Gökalp kültürel milliyetçilikten yanadır. “Türkçülüğün Esasları”na göre, millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümredir. “Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.”
Dikkat edilirse bu târifteki “din”, yani İslâm, milleti meydana getiren asıl belirleyici değil, kültürel unsurlardan bir unsurdur. Millet târifleri ve milliyetçilik anlayışları farklı gibi görünse de ikisi de laik karakterli milliyetçiliği savunurlar. Cumhuriyet devrinde Fransız ve Alman tarzı ile Kemalist milliyetçiliğin üçü de etnik ve seküler karakter taşımaktadır ki, Cumhuriyet devleti bu görüşlerden beslenir.
TÜRKİYE’DEKİ MİLLİYETÇİ HAREKETLER DİNÎ, YANİ İSLÂMÎ İHTİYAÇTAN SÂDIR OLMAMIŞTIR
Batılıların “racizm” dedikleri “ırkçılık”, milliyetçiliğin en aşırı türüdür. Irkçılık, mutlak bir soy üstünlüğü iddiasıdır. Gerek Yahudiler gerek Hitler, ırkçılığın çerçevesini açıkça ifade etmişler. Irkçılara göre, kişilerin soylarını belirlemek mümkündür. Batılı sosyologlardan kafa
ölçümlerini teklif edenlerin kirli dosyaları ortada. Türkiye’de Nihal Atsız da benzeri
görüşler dile getirmiştir. M. Kemal’in altmış bin kişi üzerinde kafatası ölçümü yaptırdığı mâlumdur.
Irkçılar, sebep ne olursa olsun, soy geçişlerine karşı çıkar. Soyları, sınıflandırır ve soy geçişlerini zayıf soyların güçlü soyları zaafiyete uğratmak için kullandıklarını iddia eder. Devleti kendi soyunun maddî refahı için var kabul eder. Zayıf soyların “geri” kaldıkları için nimetlere layık olmadığını düşünür. Nimetleri “güçlü soya”, zahmetleri “zayıf soya” verir. Atatürkçü Cumhuriyet’in ilk Adalet Bakanlarından Mahmut Esad Bozkurt’un “alt soy üst soyun ancak hizmetkârdır. Üst soydaki kişi ayrıcalığını, gücünü damarlarındaki asil kandan
alır; diğerleri de alt soya ait olmakla nimetlerden mahrum olmayı hak eder” sözü ırkçı milliyetçi tavırdır.
MİLLİYETÇİLİK BAŞTAN YOLA KÖTÜ ÇIKTI
Kavmiyetçilik, modern Batı türü milliyetçiliğin kadîm şeklidir. Fransız İhtilâli öncesi milliyetçilere “kavmiyetçi” dendiği gibi İslâm dünyasında milliyetçilik yapanlara da “kavmiyetçi” denirdi. Milliyetçiliğin ırkçılıktan ayrılan yönü, milliyetçilerin bir soyu esas
almakla birlikte, kendisini o soydan kabul edip o soyun “dil” başta olmak üzere değerlerini kabul eden diğer soyları da kabul etmesi, böylece “üst soya geçiş yolunun açık olmasıdır.
Milliyetçilik, üst soya geçme fırsatı vermesiyle ırkçılıktan daha insancıl görünebilir. Kemalist Cumhuriyetin yaptığı gibi üst soya geçme fırsatı genellikle devletlerin eliyle “üst soya geçirilme hakkı” olarak görülmektedir.
Dolayısıyla devletin “üst soy” lehine “alt soy”un kendisine tâbi olmasını istemektedir. Devlet “alt soy”dan veya “yabancı soy”dan gelene, kimliğinden vazgeç, üstünler arasında yer al, diyor. Tabii olarak bu teklif devlet eliyle yapıldığında bir baskıya dönüşebiliyor. O halde milliyetçilik, ırkçılığa dönüşmese bile“milliyetçilik” laik karakteriyle Batılı ulusçu yapıya benzeyerek İslâmî zeminini bütünüyle kaybediyor. Cumhuriyetin başından bugüne gelen çeşitli milliyetçi akımların yapısında görüldüğü üzere milliyetçiliğin İslâm’la bağı hem teorik, hem de sosyal mânada yeteri kadar açık değildir.
Bu özelliğini sürdüren milliyetçiler, umumiyetle İslâm’ı, kendi eklektik bakışlarıyla “millî-mânevî ve mukaddes değerler” arasında sayar ve hizmet eder. Bu tavır, milliyetçilerin dindar olarak bile görülmelerine vesile olabiliyor. Fakat mesele Cumhuriyet devletinin İslâmî yönden ıslahına ve anayasanın yapısının değiştirilmesine gelindiğinde İslâm’ın ağırlığıyla milliyetçilik arasındaki çatışma kendisini açıkça göstermeye başlıyor.
MİLLİYETÇİLİK YOLA ÖZÜRLÜ ÇIKINCA…
Böyle bir durumda milliyetçilik, İslâm faktörünü temele almaktan imtina ediyor ve Atatürk milliyetçiliği şablonuna sığınıyor. Bu mânada milliyetçilik için laik karakterli “milliyetçi devlet” asıldır, İslâm “detaydır.” “Aslın”, “detayın” hizmetine girmesi gerek.
olarak görür ve bunu yanlış bulur. Bunlara göre İslâm milliyetçiliğe hizmet etmeli, ancak bu hizmet etme vasfını koruduğu müddetçe “milliyetçi devletin değerleri arasında sayılabilir.”
İslâm bütünüyle kendini merkeze koyarsa bunun adı “milliyetçilik değil, ümmetçilik olur.”
Mâlûmdur ki Kürt milliyetçileri de “Bütün dünya İslâm’ı bıraktı, bir biz onun yükünü yüklendik, yeter artık, bu yük ağır geliyor, onu haklarımıza kavuşuncaya kadar bırakmak zorundayız.” diyorlar.
Bazı Türk milliyetçisi hareketler İslâm’ın Türklere sağladığı siyasî ve medenî imkânları kabul ediyor ve yüceltiyorlar. Fakat İslâm’ın anayasada ve devlet yapısında güçlü olmasının “inanca dayalı cephelere ve bölücülüğe yol açacağını” ileri sürerek, problemli olan Atatürkçü devlet yapısının devamına destek veriyorlar.
Milliyetçi akımın içinde olan Prof. Abdulhaluk Çay’ın ifadesinden anlaşılacağı üzere, “milliyetçi için millet-din ilişkisi asıl-detay, kalıcı-geçici ilişkisidir.” Ona göre milliyetçi için kavim-devlet asıl, din ise zamana göre değiştirilebilen bir detaydır. Türkiye’nin Batılılaşmayı
tercih etmesini “Türk milleti, İslamiyeti seçerken olduğu gibi zamanın şartlarında özünden bir şey kaybetmeden kültür değişimlerine ayak uydurabilen bir yapıdadır” der ve ardından Batılılaşma tercihini Türklerin kendilerini koruma becerisinin tabii bir neticesi sayar. İslâm’ı, “Türk milleti” için sadece mânevî değerlerden bir değer olarak gösterir. Abdulhaluk Çay’ın bu tavrı, klasik bir milliyetçi tavrıdır. Milliyetçilerin çoğu kabul etmese de durdukları yer burasıdır.
Milliyetçilerin İslâm’la bağı devlet ve sosyal yapı yönüyle güçlü değildir. İslâmî değer ve müesseselerin bütünüyle fonksiyonel olması yerine, onların bir kısmını kontrol altına almakta bir vasıta olarak kullanmak üzere açık tutmanın gereğine inanırlar. Atatürk milliyetçilerinin yaptıkları da bu yöndedir.
90 YIL GEÇTİ, “MİLLET”TEN SÂDIR OLMAYAN MİLLİYETÇİLİKLE ÂBÂD OLAMADIK
Milliyetçiliğin farklı bir tonu ve İslâm karşıtlığı daha belirgin olan ulusalcılık, sol ve sağ görüşlü ve ateist olmak üzere üç türlüdür. Milliyetçilerden farklı olarak İslâm’ı tamamen reddeder veya ferdî ve seküler bir konumda görürler. İslâmî bir hukuk sistemi yerine sınıfçı vesayetçi, katı laik milliyetçi bir devlet yapısını savunurlar. Kürt (BDP-PKK ve türevleri) ve Türk ulusalcıları İslâm’ın birleştirici bir “millet” gücünü fark ettikleri için alternatif koymaya çalışıyorlar. Kürtçü ve Türkçü ulusalcıların çoğu, İslamiyet’ten önceki dinleri işlemeye ve laik İslâm, Şamanizm, Zerdüştlük gibi menfî oluşları gündemde tutmaya çalışıyorlar. İnandıklarından değil, toplumu İslâm’dan uzaklaştırmak için bir vasıta olarak kullanıyorlar.
ŞİMDİ DE KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ İLE ETNİK AİDİYET OLARAK İKİYE AYRILIYORUZ
İslâm etrafında millet olunduğunda bu tür milliyetçi hareketler “posa” hâline geleceği için Osmanlı’yı Türk milliyetçiliği yapmadığından dolayı suçlarlar. Ulusalcı Kürtçüler de Selahaddin Eyyûbi’yi Kürt milliyetçiliği yapmadığı için önder olarak kabul etmezler.
Böyle bir milliyetçiliğe ihtiyaç var mıydı? Doksan yıl geçti “millet”ten sâdır olmayan milliyetçilikle âbad olamadık. Şimdi de, İlk Meclis’te, İstiklâl Harbinde din kardeşleri olan Kürdler, Kürd milliyetçiliği ile etnisitelerine aidiyet taşıyan hüviyetle yaşamak ve federasyon olmak istiyorlar. Adam gibi, yani İslâmca milliyetçilik olsaydı bunlar başımıza gelmezdi. Ne yapalım? Yapacak bir şey var mı? Elinize, ideolojinize sağlık (!)
--------------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Ey azizan! İnsanoğlunun hayatta en cezbeli anları olur. Bendeniz de böyle bir ânı yaşadım. Fakirin, tekaüt olmadan önce çalıştığı Nafia Dairesi’ndeki hüzünlü odasına dostları gelip gider, yârenlik eder, gönlünü hoş eylerlerdi. Bir gün, halk içine pek çıkmayan, her mekânı şereflendirmeyen Bir Hocam geldi ve çok sevindim. “Bir şartla oturup çayını içer, sohbet ederim” dedi. Fakirde heyecan en yüksek seviyede. “Buyurun hocam, her şartınız kabul, yeter ki fakirle hasbıhal edin…” dedim.
Bir Hocam: “Ali Hoca’yın aleyhinde konuşursan otururum” dedi. “Yarabbi bu nasıl bir şart böyle?” dedim içimden. Ecel terleri gibi terler dökülmeye başladı yüzümden. Başım döndü, aklım karıştı, dilim lal oldu. Bir Hocam diğer Bir Hocam’ın aleyhinde konuşmamı istiyordu. Dostluğun şiarında böyle bir şart olur muydu? Dostluk hayatında böyle bir suale muhatap olan bir başka kul var mı acaba dedim.
Konuşmasam, Bir Hocam çok kararlı bir ifadeyle oturmayacağını söyledi. Kırk yılda bir şereflendirmiş, sohbetinden vazgeçilmez, bu fırsat bir daha zor ele geçer, dedim. Fakat âlim ve fâzıl bir insan olan Ali Hocam’ın aleyhine nasıl konuşurum. Bu, cehennemlik olmam gibi bir şeydi. Kendimi, dostluk şiarımı, ondan öğrendiklerimi, fikir ve gönül tâlimimi inkâr etmem demekti. Dostluk İmtihanı mıydı çektiğim? Yaşamayan bilemez. Bir Hocam bekliyordu. Kıvranıp durdum bir müddet. “Ali Hocam’ın aleyhi yok ki” dedim. Bir Hocam kabul etmedi. “Bir cümle de olsa aleyhinde konuşacaksın…” dedi.
Birden tasavvuf kültürümüz aklıma geldi. “İrfan ehlinin her sualin de bir mâna vardır, tereddüt gereksiz” dedim ve Ali Hocam’ın aleyhinde konuşmaya karar verdim. Dakikalar içinde çok düşündüm, fakat aleyhinde konuşacak hakikaten bir şey bulamıyordum. Dedim ki: “Ali Hocamıza ilmî, fikrî sahada bir şey sorulduğunda çok zaman ‘bilmiyorum’ diyor ve ancak faydalı olacağını bildiği anda, yeri geldikçe ilminde veriyor.”
Bir Hocam, “amma da aleyh bu! Böyle aleyh mi olur?” dedi şecaatlice. Başım önünde mahcubum. Bir Hocam, hâlime acımış olmalı ki, sonunda “hadi neyse, çayını içip oturayım…” dedi. Birden o aleyh imtihanının terleri güzel bir serinliğe dönüştü, ey azizan! Görmeliydiniz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.