“Hz. Muhammed’siz (s.a.v) Kutlu Doğum” 2
Dr. Reşit Haylamaz’ın “Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz" isimli siyer kitabında “Cennet” konu başlığı altında söylenen şu sözlerine, “Hz. Muhammed’siz (s.a.v) Kutlu Doğum” şeklinde tenkit gelmişti:
“Ancak O'nun hedefi, öncelikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da, kelime-i tevhidin ikinci yarısını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile 'la ilahe illaIlah' diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, "Kim, La ilahe illallah derse, cennete girer." buyuracaktı. Daha baştan O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı halde gelişi sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak Son Sultan olduğu için de, bedeniyle ruhunun buluşması risalet açısından en sona bırakılmıştı.”
Konu ciddi idi. Çünkü her şeyden evvel konu bir iman meselesiydi ve iddia edildiği gibi “Muhammedün Resulullah” olmadan “la ilahe illallah” kelimesi Müslüman olmaya yetmezdi. Bu meselenin, “misyonerlik” ve ülkemizde sinsi bir şekilde uygulanan “gizli hıristiyanlaştırma çabası” olan “laiklik” açısından tehlikesi büyüktü. Üstelik Sevgili Peygamberimize (sav) de bir ihanetti.
Ama öbür yandan başka bir tehlike daha vardı. Biz hep “ümmetin birliği”, “Müslümanların kardeşliği”, “cemaatçiliğin faydalı olduğu sınırda kalması ve ırkçılık haline getirilmemesi”, “yetişmiş alimlerin aleyhinde olmama”, “insanları kusurlarıyla da kabul edip sevme”, nihayet “İslam’a davet” gibi temel ilkelerimizi yaralayan, en azından sorgulanır hale getiren bir durum oluşsun, vaziyetten vazife çıkaran kimi aşırılar eliyle şu saydığımız ilkeler zedelenmesin istiyorduk.
Endişem ne idi?
Gayet açık. Bu ülkede “diyalog” denince, “iki ve daha fazla insanın karşılıklı konuşması, birbirlerine dertlerini, davalarını anlatması” değil, “kimi Müslümanların Kilise kurumuna, papazlara ve hıristiyanlara taviz vererek, Hıristiyanlık ve Yahudiliği ‘hak din” gibi gösterme sapıklığı” diye anlaşılıyordu. İddialara göre de bu işin başında da Fethullah Gülen Hoca Efendi ve cemaati vardı. Sonra da ona saygı ve sevgi duyan bir çok ilim ve fikir adamları…
Bu gerçekten böyle mi idi? Ömrünü İslam’ı ve onun aziz Peygamberini anlatmaya adamış, bunun için ev bark kaygısını atmış, hiç tanımadığı çocukları evlatları edinip başına toplayarak onlara ashabı anlatmış ve “öyle olun” demiş, Bediuzzaman Said Nursî’nin(ks) eserlerini emmeye çalışmış bir insan, ehli sünnet inancını atarak “Hz. Muhammedsiz de İslam olur” der mi idi? O dese bile ona hiç minnet borcu olmayan bu kadar ilim ve fikir adamı bu sapıklığa razı olurlar mı idi?
Ben kendime döndüm ve “sen bunu yapar mısın?” diye sordum. Aldığım cevap “hayır” oldu. Sonra da şöyle düşündüm, “kendim için kabul edemediğim bu sapıklığı, ilim ve irfanıyla, hizmet ve hareketiyle benden büyük insanlar nasıl yaparlar? Olmaz öyle şey?”
Konu beni durdurmadı ve birkaç yazı yazdım. Gelen lehte ve aleyhte yazılar işi büyütmeme sebep oldu, oturdum “Din ve Diyalog” kitabımı yazdım. Sonuçta gördüm ki, bu konuda cemaate “tebliğde müdahane olmaz” nasihatı yapma belki gerekir amma, daha fazla da haksızlık yapılmamalı. Söylemedikleri onlara isnat edilmemeli, uslup elastikliği batıla çekilmemelidir. Ancak cemaatten bağımsız olarak dünyada böyle söyleyenler de vardır maalesef ve bu önlenmesi gereken bir tehlikedir. İlgilenen kişi ve yayınevlerine duyurulur. Bastırmak isterlerse buyursunlar efendim.
Her ne ise, bu konu da önüme gelince, bunu yazmakla “bir cemaatler arası kavgaya ve gereksiz söz ve işlere alet olup olmama” gibi bir endişe ister istemez içimizi kapladı. Bunu elbette istemeyiz. Nitekim yazının altına düşülmüş kimi yorumlar bazılarını endişeye düşürmüş olmalı ki, sağolsunlar, kaleme sarılarak, “aman hocam lütfen dikkat” diyerek bana Ümit Kesmez Beyin “Lâ ilâhe illallah” diyen Cennet’e girer mi?” başlıklı yazısını göndermişler. Geçen hafta, adı değişmezse, “İnancın Kıvancı” isimli kitabımı yazıp bitirmiştim. O yüzden konu zihnimde tazeydi. Ama yazıyı baştan sona okudum. Teşekkürler İrfan Şenkal ve Ali Demirel kardeşlerim.
Ancak bu konu da çok önemlidir. Üstelik yazar olma sorumluluğu da bazen insana acı da olsa kimi yaralara neşter atma veya merhem sürme gerekliliğini hatırlatıyor. Bunu “emri maruf” niyet ve çerçevesinde biz yazmalıyız. Kırıp dökmeden, haksız yere kimseyi incitmeden. Bu yazımızda da buna gayret edeceğiz inşallah.
Bu konu neden önemlidir? Az yukarda şöyle demiştik: “Bu meselenin, “misyonerlik” ve ülkemizde sinsi bir şekilde uygulanan “gizli hıristiyanlaştırma çabası” olan “laiklik” açısından tehlikesi büyüktü. Üstelik Sevgili Peygamberimize (sav) de bir ihanetti.”
Sonra yüzyıllardır ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebi mensupları Müslüman olabilmek için “la ilahe illallah, Muhammedün Resulullah” demeyi şart koşarken, böyle de iman edip dururken, hangi ilmi gerekçelerden ötürü şimdi bu ehl-i sünnet inancından vaz geçiliyordu? Mesela Süleyman Ateş gibi ömrünü İslamî ilimlere adamış, 30 cilt “Kur’an Ansiklopedisi”, 12 cilt tefsir, 6 cilt özet tefsir yazmış bir alim, neden ehli sünnet inancını atarak, “kendi halinde yaşayan, bize düşman olmayan ve bizimle savaşmayan hıristiyanlar da cennete girer” deme gereği duydu? Ya da kimileri bu konuda açıktan bir şey demeseler de neden kem küm edip duruyorlar?
Bu arada Reşit Haylamaz’ın kitap boyunca bülbül gibi şakıyan üslubu, neden söz konusu olan cümleye gelince birden söndü, muğlaklaştı, meramını açık seçik anlatma özelliğini kaybetti de bunca yazıya sebep oldu?
Sevgili Peygamberimiz (sav) “töhmet mahallinden kaçının” buyuruyor. Reşit Haylamaz’ın da üslubu ile yanlış anlaşılabilecek tartışmalı bir konuda daha açık seçik net yazması gerekmez miydi? Reşit Haylamaz kardeşimiz alınganlığı atarak ve tevazu göstererek bu eleştirimizi bir kere daha düşünse, sanırım ifadede bir sıkıntı olduğunu görecektir.
Devam edeceğiz inşallah.