Yapımız ve hayat şartları imanı gerektirir
Gözümüz görmeye, kulağımız işitmeye, dilimiz tatmaya göre dizayn edilmiş. Aklımız, zihnimiz anlamaya, idrak etmeye, kalbimiz inanmaya, vicdanımız teşekkür etmeye göre... İnsanın en küçük iyiliğine teşekkürle mukabele eden insan, elbette kendisini hiç yoktan yaratıp muhteşem duygular ve sayısız nimetler verene karşı teşekkür eder ve etmelidir.
Öte yandan ruhumuza yüksek istidat ve kabiliyetler takılmış. Dolayısıyla mîzaç ve yapı itibariyle sayısız meyiller, arzular, istekler, beklentiler, fikirler taşırız. Bundan ötürü de en güzel, en kaliteli, en kıymetli, en süslü şeylere meyledip; tabiatımıza yakışan bir standart ve üstün bir şerefle hayatımızı sürdürmek isteriz.
Başta “emniyet içinde yaşama-korunma-barınma, çeşitli yiyecek-içecek-giyecek” gibi temel ve bunun yanında sayısız şeylere muhtacız. Bunları yalnız başımıza karşılayabilmemiz için ihtiyaçlarımız adedince mesleklere sahip olmamız gerekir. Halbuki, ancak bir iki dalda meslek ve ihtisas sahibi olabiliriz.
Bu, üretimi paylaşmayı, değiş-tokuşu kaçınılmaz kılar. Öyle ise, teşrik-i mesâi ile işleri ortaklaşa tanzim etmeye ve işbölümü ile çalışmaya mecburuz. Bu ise, adaleti gerektirir.
Ancak, yine “insan” vasfımızın ortaya çıkabilmesi için ruhumuza, fıtraten sınır konmamış “akıl, gadap ve şehvet” gibi üç temel duygu, yetenek yerleştirilmiştir. Akıl, bir şeyin zararlı ve faydalı olduğunu anlama, ölçme-değerlendirme âletidir. Kuvve-i şeheviye, menfaatli olan şeyi çekerken; gadabiye ise, her türlü zararlı nesneyi itme, def etme gücüdür! Serbest bırakılan bu duyguların, “ifrat-vasat ve tefrit” diye üç mertebesi; onların da pekçok dereceleri vardır. Bize “insan kimliği” kazandıran bu kuvvetleri, “hür irâde”mizle istediğimiz gibi yönlendiririz. Vasat mertebeleriyle gerçek insaniyeti kazanırız.
İşte, insanlar, üretimlerini paylaşırken; araya hududu çizilmemiş bu duyguların “aşırı” mertebeleri giriyor. Aldatma, zulüm, haksızlık, işkence, nâmusları paymal, şiddet, terör ve kirlilik, bu duyguların ifrat veya tefrit mertebelerinden kaynaklanmaktadır.
Bu temel duyguları “vasat” mertebeye çekecek program lâzımdır. Bunu da insanın dışında ve üstünde bir merciin, makamın yapması gerekir. Çünkü, insan yaratılışı itibariyle evvelâ ve bizzat kendisini sever; kendisinden yana yontar. Bu halleri aşıp, yüksekten bakıp adâleti temin edemez. Teşebbüs etse de, herkesi tatmin edici, bağlayıcı ve tesirli olamaz.
Öyle ise, her şeyi kuşatıp bilen, gören; ölçü ve dengeyi sağlayacak, tarafsız bir “adâlete” ihtiyaç vardır. Gözün güneşe ihtiyacı olduğu gibi, aklın da kendisinden daha üstün ve kuşatıcı bir akıldan istifâde etmesi gerekir. Öyle bir akıl da, “kanun” şeklinde olur. Öyle bir kanun da, herkesi bağlayan, kestiği parmak acımayan, beşerin fıtrat dini olan “Şeriat” dediğimiz kanundur. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 140-141.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.