Onlardan öğrendiğim
Duka Türkleri’nin doğal fakat zorlu geçen hayat mücadelesini izlediğimde, ihtiyaçların insan zekâsının işleyiş ve gelişimini büyük oranda etkilediğini düşündüm. Bu insanlar, şehir ve şehrin getirdiği avantajlara tamamen yabancılar. Toprağın bağrında doğup büyümüş ve hayatı burada tanımışlar… Fakat ihtiyaçlarını doğayı işleyerek elde ediyor ve hayatta kalmayı başarıyorlar. İsraf yok, ürünler işleniyor ve ne kadar ihtiyaç varsa o kadarı kullanılıyor geri kalan ne varsa doğaya bırakılıyor. Bu insanlarda biriktirme, yarına bırakma, aç ve açık kalma kaygısı hiç yok. İsraf ise onların hayatında kabul edilebilecek bir şey değil. Çocuklar, neye ne kadar ihtiyaç varsa o kadarını alma hakkımız var anlayışı ile büyüyor ve yaşamlarını da bu çizgide sürdürüyorlar... Mesela hasta bir kadın, dağlara çıkıyor ve şifa için hangi ottan ne kadar gerekiyorsa o kadar toplayın geri dönüyor. Toprak, su, bitki ve avlanma konusunda da aynı titizlikle hareket ediyor ve israfa yer vermiyorlar. Onların doğa ile ilişkilerine ve yaşamdan ne anladıklarına baktığınızda bozulmamış saf insanın fıtratını görürsünüz. Evet, bazı konularda beşer kalmışlar ama kapitalist bir anlayışı ve ahlaki yapıya sahip değiller…
Bu insanların doğayı kirletmemek için de büyük bir çaba gösterdiklerini ve bunu küçük yaştan itibaren çocuklarına öğrettiklerini fark ettim. Mesela akan suyun içinde el yıkamak kabul edilir şey değil. Ellerindeki kaplarla ihtiyacı karşılayacak miktarda su alınıyor akan suyun dışında eller yıkanıyor… Çocuk Allah’ın bahşettiği bu ürünlere saygı göstermeyi ve iktisatlı bir şekilde kullanmayı doğal yaşamın içinde öğreniyor.
Aynı şeye aborjinlerin hayatını okurken de rastlamıştım. Mesela bir aborjin gün içinde avlanmaya çıkıyor fakat sadece ihtiyacı kadarını alıyor ve avladığı hayvanların hiçbir azasını ziyan etmiyor. Her şeyin kullanılacağı bir yer var ve israf yok.
Literatürümüzde avlanarak geçinen ve henüz teknoloji ile tanışmayan bu kimselere ilkel insan deniyor. Elbette onlar şehirli insanın sahip olduğu imkan ve şartlara sahip değiller. Fakat rekabetin, para ve mevki üzerine kurulmuş hesapların dönmediği dağlarda fıtri olarak taşıdıkları safiyetlerini yansıtıyor ve israf hastalığına yakalanan çağımız insanına bir şeyler öğretiyorlar.
Maksadımız bu insanların yaşadığı o zorlu hayat şartlarını övmek ya da özendirmek değil elbette. Ancak, bugün hangi kesime ait olursa olsun bütün insanlığın içine düştüğü bazı hastalıklar var ki bunlardan biri israf hastalığı diğeri ise doyumsuzluktur. Bu insanların bu hastalıklara karşı kendilerini koruduklarını ve ibretlik öykülere kahramanlık ettiklerini hissetim ve bunu paylaşmaya karar verdim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.