Eski dünya, yeni dünya
Sürekli çalan telefonlarıyla (bir değil, iki değil, tam üç cep telefonu) boğuşan eski çocukluk arkadaşım, her nasılsa fırsat bulup, “Yahu birader, bu telefonlar yokken ne yapıyorduk?” diye sorunca, tepem büsbütün attı. Zaten benimle konuşmak yerine telefonla konuşmayı, arta kalan zamanında da şuna-buna “twit atma”yı tercih eden arkadaşıma müthiş içerlemiştim.
Kabalığı ele alıp: “Rahmetli Mustafa Amca da mı üç telefon taşırdı?” diye soruverdim.
Mustafa Amca arkadaşımın babasıydı. Köyün en garibanlarındandı. Şuna-buna çay setleri yapıp ekmeğini çıkarırdı.
Ölene kadar telefon gördüğünü sanmıyorum. Köye elektrik geldiğinde, sabaha kadar uyumayıp yanan ampulü seyrettiğini anlatırdı.
Bedava sanıyordu garibim. Yaktığı kadar ödeyeceğini duyunca, çok bozulmuştu.
Oğlu da çok bozuldu. Belli etmemek için de “O eskidendi” dedi.
“Eskiden” evet: Güzellikler diyarından!..
Eskiden yokluklar, imkânsızlıklar içindeydik, ama en azından hayatımızı telefonlar, televizyonlar, bilgisayarlar kontrol etmiyordu. Hayat bizimdi ve “bizim” olanı kendimizce yaşıyorduk.
Şimdiki gibi bölünmüyor, parçalanmıyorduk. Hayatın tadı-tuzu vardı hiç değilse. Şarkılar, şarkıcılar, artistler bile şimdikinden çok farklıydı.
Eskiden kırk yılda bir “sanatçı” çıkar, kırk yıl gündemde kalırdı: Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Alaeddin Yavaşça, Zeki Müren, Arif Sami Toker böyleydi. Şimdi her hafta başı bir “star” doğuyor, her hafta sonu bir “star” batıyor!
Yazarlar “muharrir”di, eskiden; Arada bir kitapları çıkar, heyecanla ikincisi beklenirdi…
Şimdiki gibi, her gün yeni bir “roman” sürülmezdi piyasaya. Okuyucunun (kari’) muharrire, muharririn okuyucuya hürmeti vardı. Varlıklarını bir birlerini borçlu olduklarını bilirlerdi.
Kitabını yazıp yayınlayan muharrir, işini yapmış olmanın huzuru içinde arkasına yaslanır, “kitap hem beni, hem kendini anlatır” diye düşünürdü.
Bu dönemin yazarları “pop modası”na uydu: Cd’si cıkan popçu kanal kanal dolaşıp nasıl reklâmını yapıyorsa, yazar da aynısını yapıyor, kanal kanal dolaşıp kitaplarını anlatıyorlar.
“İyi eser” kendini anlatabilen eserdir. Anlatılmaya muhtaç eser ise zaten “eser” değildir.
Şekspir, Tolstoy, Dostoyevski, Hugo gibi klâsik eserler yazmış dev yazarlar da televizyon sayesinde mi eserlerini okutuyorlar?
Ayrıca eskiden “eser”den “müessir”e gidilirdi. Şimdi hiçbir yere gidilemiyor. Birkaç ay içinde eskiyen “çöp kitap”larla, “çöp şarkı”larla beynimiz çöplüğe dönüşüyor.
Devir “reklam devri”! Ama reklam devri okuma oranını değil, yalnızca satış oranını yükseltiyor âdeta.
Bu yüzden mi acaba, yeni “şarkıcı”larda, “eski şarkıcı”ların, yeni “yazar”larda eski “muharrir”lerin ağırlığı yok?
Bu yüzden mi, “yeni şarkı”lar, “yeni roman”lar çabucak eskiyor, “yeni şarkıcı”lar ve “romancı”lar çabucak ortadan kayboluyor.
“Moda” akımların özelliği, zaten ömürlerinin kısa oluşudur...
Bunların “sanat”a, “edebiyat”a, “kültür”e ve “bilim”e hiçbir katkıları yok…
Saman alevi gibi, yanıyor ve sönüyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.