Sessiz çığlık: ÖLÜM
Ne güzel sözdür ‘ölümün bizi nerede, ne zaman bekleyeceği belli değil, en iyisi biz onu her an, her yerde bekleyelim.’ Ölüm yokmuş gibi yaşayanların halini gördükçe insan ayrıca hüzünleniyor. Cenaze namazı değil de ‘cenaze töreni!’ Namaza kabul edilmeyip camiden içeri giremeyip dışarıda bekleyenlerin hali içler acısı. Ya o çelenkler, yakalara iliştirilen fotoğraflar, alkışlar, (sanki faydası varmış gibi) tabutu görev yapılan mekânlarda dolaştırmalar… Üstad asıl hüneri ne güzel söylemiş:
O dem ki perdeler kalkar, perdeler iner
Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner…
Eskiden mezarlar şehirlerin en ücra ve en uzak köşelerine değil, mücavir alanlara, mutena yerlere ve hatta şehrin merkezine kondurulurdu. İnsanların ölümle savaş halinde olduğu değil barış halinde olduğu İslam medeniyetinde, insanlar ölüleriyle yüz yüze, kapı komşusu gibi yaşarlardı. Aslında bu, kendi ölümleriyle yüz yüze yaşamak demeye gelirdi. Sabah perdelerini açtıklarında, mezar taşlarını görmek, onlara modern insana verdiği gibi ürküntü değil, muhasebe ve sorumluluk hissi verir, kabirleri kendilerine devamlı nasihat eden bir “nasihatçı” gibi değerlendirirlerdi. Ölümü öldürmek istediği halde bir türlü bunu beceremeyen modernite ise, çareyi ölümü hatırlatan her şeyi insandan uzaklaştırmakta, yani insana bu en yakın ve en yalın gerçeği unutturmakta buldu. Halbuki biz ölülerini bile yaşatan bir kültürden geliyorduk. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Yahya Kemal’in Madrid büyükelçisi olduğu bir dönemde, kendisine Türkiye’nin nüfusu sorulduğunda Üstad, tereddütsüz “80 milyon” der. “Ne diyorsun ekselans? Biz 10-15 milyon biliyorduk” dediklerinde, şair yine tereddütsüz cevap verir: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız, mezardakiler de nüfusumuza dahildir.” Ne kadar güzel! Bu güzelliği, nezaheti, nezaketi, hassasiyeti unuttuk. Mekanikleştik! O kadar ki tesbihat bile tesbihle değil, ‘zikirmatik’ ile yapılıyor.
Son günlerde meşhurlar da dahil her seviyeden ölümler, malum tarzda konuşmaları tekrar gündeme getirdi. “Ölüm yakışmadı. Hiç beklemiyorduk. Erken kaybettik,vs.” Her yirmi dört saat, bir ölüm provasıdır insan için. Gündüzü dünya, gecesi kabir, sabahı “ba’su ba’de’l-mevt” (ölümden sonra diriliş) olan bir prova. Bu ölüm provasını vicdanında hissedenler, gündüzün muhasebesini, kabre girer gibi girdikleri yataklarına girince vicdanlarında yapar, yargılanmadan önce kendilerini yargılarlar. Asıl uyanış değil midir ölüm. Modern toplumun hiç işitmek istemediği kelimedir ölüm! “Her nefs ölümü tadacaktır!” ilahi ikazını bile ‘moral bozucu’ bulmuştu günümüz insanı. Ölüm konuşunca herkes susmaz mı? Ölümün sesi, bütün seslerin üstünde değil mi? Ölüm hayatın diğer yüzü. Ölüm, ‘sessiz çığlık’ Ârifler, ölümle hayat arasındaki mesafeyi sadece bir ‘nefes’ olarak görmüşler. Kur’an-ı Kerim, “Ne ölü zannettiklerimiz var ki diridirler, ne diri zannettiklerimiz var ki ölüdürler.” Hitab-ı ilahi ile ikaz eder bizleri. Bir yere toplanmış bir kalabalığa:
“–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyen ayağa kalksın!” diye ilân edilse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakikate rağmen, bütün halka:
“–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa kalksın!” diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!” İnsan, hiç düşünmez mi ki; ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcut olan, fakat insanın gaflet ve aczi sebebiyle çok defa habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?
Almanya’da bir klinikte ‘Öleceğini hatırla!’ diye yazılı levhaya rastlamış Türk’lerden biri. Bizde mezarlıkta bile ölümü hatırlatan âyete tahammül edilmez. Batı’da hekimler haddini bilir. Ameliyatıyla sağlığına kavuşan hastasına o anda bile sağlığına kavuşturanın ‘Tanrı’ olduğunu, bugün iyileşirsiniz ama yarın yine de “öleceksiniz!” ikazını yapar. Biz de ise ölümü kabullenemediği için doktorlara saldırıyorlar sanki onlar öldürmüş gibi.
Ecel, takdir, kader, ‘emri hak’ bu kavramlarla tekrar düşünmeye ihtiyacımız var.
‘Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak!’ sıkıntı burada. Belki de onun için ‘yarın ölecekmişiz gibi ahirete hazırlık’ gerektiğini vurgulamışlar. İnanan insanlar, hayatlarının hesabını vermek için ölüme hazırlanır ve giderken “er-Rafiku’l-a’lâ” (Yüce Dost’a!..) diyerek giderler. Ahirete inanmayanlar için ölüm, bir ‘kaçış’, mü’minler için ise ölüm bir ‘kavuşma’dır.
Peygamberimiz: “Her derdin, her hastalığın çaresi, şifası vardır, ölüm müstesna. Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayınız. Dünyada tıpkı bir gurbetçi veya yolcu gibi ol. Kendini kabre girmiş say! Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl dirilirseniz öyle mahşere çıkarsınız” buyuruyor. İnsan bedeninde ölüm ve hayat her an yan yana, iç içe ve yüz yüze; insan hücre hücre, her an ölmekte ve her an dirilmekte. Her nefes verişte ölmekte ve her nefes verişte dirilmekte. Hz. Ebubekir’in “Ölüm’ü nasıl bilirsin?” sorusuna verdiği cevap, adeta bu gerçeği hatırlatıyor: “Ölümü; Nefes aldığım zaman veremeyecekmiş, verdiğim zaman alamayacakmış kadar kendime yakın bilirim.”
Ölümle ilgili okuduğum dede-torun arasındaki şu manidar konuşma ile bitireyim. “Hayat nedir dedeciğim?” diye sormuştum. “Ezanla namaz arasıdır” dedi. “Bu da ne demek! Ömür o kadar kısa mı dedeciğim?” Tebessüm ederek: “Ne zannettin ya… Evet o kadar kısa!..” dedi. “Ama, bu ezanla, bu namaz nedir bilir misin?” diye sordu. Bilemedim. “Nedir ki?” dedim. “O namaz: ezansız namaz, o ezan ise; namazsız ezandır.” “Onlar da nedir dedeciğim?” dediğimde, başımı okşayıp: “Hani geçen gece Talip amcanın bebeğinin kulağına o gün ezan okumuştuk ya… “Namazsız ezan” değil miydi o ezan?” dedi. “Ya ezansız namaz?” diye sordum. Yüzüme baktı, baktı, baktı ve: “Bir gün deden öldüğünde onu da öğrenirsin!” dedi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.