Ayrıntılarda Boğulmamak Gerekir
Bir atasözümüz var, “üzümünü ye, bağını sorma” demişler. Atalarımızın araya faydasız gitmiş sözü yoktur. Bu sözün de maksadı doğrudur, ayrıntılarda boğulmamak gerekir.
Ama sözleri maksatlarından ayırır da alırsanız, eskilerin “mugalata”, yenilerin “demagoji” dedikleri laf ebeliği ile anlamı bambaşka yerlere götürebilirsiniz. Çarpıtma dedikleri şey budur işte.
Ben bu atasözünü daha yazarken, ayrıntılarda boğulan ve sözü maksadından başka mecraya çekecek olan kimi okuyucu kardeşlerimin, “Hocam helal mi haram mı diye yediğimizi sormayacak mıyız?” dediklerini duyar gibiyim. Evet kardeşim, sormayacaksın!
Nasıl mı olur?
Açıklayalım; Sen kendinden biç; birisini davet ettin. Sana yemekten önce soruyor: “Bu malı nerden kazandın? Helalden mi, haramdan mı?” Allah aşkına söyle, canın sıkılmaz mı?
Din de böyle ayrıntıyı emretmez. Adamın durumunu biliyorsan, ona göre hareket edersin. Bilmiyorsan, ya yemeğe gitmezsin, ya da gider, Allah’a havale edersin. Yoksa hayat çekilmez olur.
Mesela başka bir örnek: kasaba vardın. Hiç ona “besmele çektin mi?” diye sorar mısın? “Müslüman mısın, kafir misin?” diye sorar mısın?. “Kazancın helal mi haram mı?” diye sorar mısın?
Kim ki “siyasette, politikada her türlü konuşmak serbesttir. Yalan, dedikodu, iftira atabilirsin” diyorsa, bilsin ki, -Allah korusun- helali haram, haramı helal saymaktan kafir bile olabilir. Helal ve haram her zaman ve her mekanda helal ve haramdır. Bazı şartlar ve zaruretler, dinin hükmünü değil, sorumluluğunu, vebalini ortadan kaldırır. Mesela aç birisi leş yiyebilir. Bu ona helal değil, yemesi için ruhsat olur. Onu yemekten gelen vebal kalkar. Yoksa leş leştir, yine haramdır.
Biz bunları söylersek, bazı haddini bilmezler “papaz gibi dilediğini dinden çıkararak aforoz mu ediyorsunuz? Bu yetkiyi kimden aldınız?” diyorlar.
Bu yetkiyi ilimden aldık elbette. Kendileri de bir ilmihali açsalar, “imanın sahih olma şartlarını” okusalar, aynı ilmi edinseler, rahatlıkla öğrendikleri ilimle amel edebilirler.
Onlara soruyorum, “mürted kime denir?”
“Müslüman olduktan sonra dinden çıkanlara denir” diyecekler. Çok güzel. Doğru cevap budur.
Peki dinden çıkmalarına ne sebep olmuştur ve İslam’ın onlar için gerekli kıldığı cezaları kadı efendi nasıl vermiş? Bunu da biliyorlar mı acaba? Mesela bize bunu söyleyenin yanında birisi dine, kitaba, Allah’a, şeriata sövse, “papaz olurum” diye ona “kafir oldun, tövbe et, yeniden imana gel” demeyecek midir? Cehaletin gözü kör olsun!
Türkiye’nin maalesef çok acı gerçekleri var. Bu ülkede devlet, siyaset, hükümet, yargı, üniversite ve top yekün maarif sistemi seksen yıldır ne yazık ki bu memleketin dinine, imanına, tarihine, medeniyetine, örf ve adetlerine düşman nesiller yetiştirmeye çalışıyor. Teori ve pratik Batılılaşma adına İslamsızlaşmaya ayarlıdır.
Nihayet dünün çocukları büyüdüler ve batılı kafirler gibi düşünüp yaşamayı ilericilik, aydınlanma, özgürlük, hümanizm, demokratlık, lebarellik, sosyalcılık ve medeni olmak gibi övünülecek idealler sandılar. Batılı bir kafir gibi yaşamayı “modern yaşam biçimi, çağdaş hayat tarzı” diye övünülecek bir meziyet zannederek öyle yaşadılar. Hatta bunu bir dava, bir din, bir iman haline getirdiler. Partiler, dernekler, külüpler kurdular. Gazete, dergi, televizyon açtılar.
PKK, DHKP vsi vs. terör örgütlerinin kaynaklarından birincisi de bu laik ve materyalist sistemir. Bunu görmeden ne yapabilirsiniz ki?
Bunun tabii sonucu ne oldu biliyorsunuz: “Hz. Peygamberi örnek alarak müslümanca yaşama biçimi, gericilik, yobazlık, irtica, orta çağın karanlığı, kökten dincilik, aşırı dincilik, siyasal İslam, örümcek kafalılık, çember sakallılık oldu. Yani yok edilmesi gereken düşman oldu. Sistemin bütün yasaları ve kurumları da buna göre düzenlendi, dizayn edildi. Müslümanlardan birisinin okuyarak devletin kurumlarında görev almak istemesi en tabii hakkı iken bu istek “devleti ele geçirmek” olarak suç sayıldı ve engellendi. Milyonlarca insan devlet kurumlarınca fişlendi.
Şimdi ey bize “papaz gibi dilediğini dinden çıkararak aforoz mu ediyorsunuz? Bu yetkiyi kimden aldınız?” diyenler, siz söyleyiniz, bu iki saftan hangisindesiniz?
Bizim safımız belli. Batıcılığı reddediyor, İslam’ın hakimiyetini istiyoruz. Bunun için takip edeceğimiz yöntem de bellidir; davet ve tebliğ. Asla cebir yok, şiddet yok. Gerekmedikçe savaşmak da yok. Önümüze konan enfüsi ve afaki engelleri sabırla aşmak. Gerekirse canla, başla, malla mülkle çaba ve gayret. İman ve cihat.
Dahilde savaş asla istemediğimiz bir vaziyettir. Davet ve tebliğimizin başarılı olması için barış ortamı en önemli sağlanması gereken zemindir. Allah Teâlâ’nın “sulh/barış mutlak hayırlıdır” sözü asla unutmamamız gereken çok menfaatli ve maslahatlı bir sözdür. Buna ters düşen her söz batıldır ve merduttur.
Bir de bu “barış” kelimesine takılanlar var. “Barış savaşan ordular arasında olur” diyerek bize Türkçe öğretmeye çalışıyorlar. Onlara söyleyeyim, biz burada küsleri, dargınları “barıştırıyoruz”, savaşan ordu olmasalar da!